10 Eylül 2007 Pazartesi

Hz.Zeynep Meselesi

1-Cahş kızı Zeynep:36 yaşlarında dul. Zeyd b. Haris�le evliydi boşandılar. Usame adını verdikleri çocukları Hz. Peygamber tarafından çok sevilirdi.

T.Dursun; şöyle diyor: �Zeyneb Bint Cahş, Muhammed'in oğulluğu Zeyd'in karısıdır. Zeyd'i Muhammed kendisine "oğul" edindiği için herkes ondan "Muhammed'in Oğlu (Zeyd İbn Muhammed)" diye söz eder.

Muhammed bir gün, Zeyd'i görmek için onun evine gider. Zeyd'i bulamaz, Zeyd'in karısı Zeyneb'le karşılaşır. Birden tutulur Zeyneb'e. Bir kadına Muhammed'in ilgi duyması, o kadının başka erkeğe -bu erkek kocası da olsa- uygun olmaktan çıkması ve dolayısıyla Muhammed'in olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle Zeyd durumu öğrenir öğrenmez Muhammed'e gidip konuşur:

� Karımdan ayrılmak istiyorum.

� Neden? Seni kuşkuya düşürecek bir şey mi yaptı?

�Vallahi hayır. Beni kuşkuya düşürecek hiçbir şeyi olmadı. Onun iyilikten başka bir şeyini görmedim.

�Öyleyse karını bırakma, Tanrı'dan kork!

Muhammed "karını bırakma" derken, gerçekte sevdiği Zeyneb'in boşanmasını istiyordu. İstiyordu ki Zeyd onu boşasın da kendisi alsın.�

"Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve seninde nimetlendirdiğin kimseye: 'Eşini bırakma, Allah'tan sakın!' diyor; Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun İnsanlardan çekiniyordun. Oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik. Ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir." (Ahzâb, ayet: 37.)

1.1-T.Dursun burada �Muhammed'in içinde sakladığı şey, Zeyneb'e olan aşkıyla birlikte, Zeyd'in onu boşaması ve kendisinin almasına olanak sağlanmasını istemesiydi� diyerek işine gelen yorumu tercih etmiş, Okuyucuyu yanlış yönlendirmiştir. Burada �Muhammed'in içinde sakladığı şey� T. Dursun�un yumurtladığı gibi �evlenme isteği� değil, ayette hemen altta açıklandığı üzere �..Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun İnsanlardan çekiniyordun�.. Ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsindir". Hz. Peygamber�in endişesi halkın �Muhammed evlatlığının karısıyla evlendi� dedikodusuydu. Bu surenin başında geçen şu ayetlerde bu konuyu açıklar: �Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Allah�a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter. Allah�a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.� (Ahzab/2-3)

Büyük bilgin(!) T.Dursun, usulü tefsir ilminde �ayetler, ayetleri açıklar� konusu işlenirken herhalde gırgır geçiyordu.

1.2-2000�e Doğru dergisinde diyor ki: �Muhammed bir gün Zeyd'i aramak üzere evine gider, Zeyd'i bulamaz. Evde Zeyd'in güzel karısı Zeyneb vardır. O sırada içeride çamaşır yıkamaktadır. Yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir. Peygamber Zeyneb'in güzelliği karşısında coşkuya kapılır ve şu sözleri söylemekten kendini alamayarak evden çıkar...... Zeyd eve gelince Zeyneb olayı anlatır. Zeyd içinde karısını yitireceği önsezisiyle Peygamber'e koşar: Zeyneb'i sevdinse hemen boşayım, sen al, der. Muhammed'in karşılığı: O nasıl söz, karım boşama! Ancak içten içe boşanmasını da ister.�

Yorgunluktan ve terden pembeleşen yüzü ve yarı çıplak vücuduyla� diye adeta oradaymış gibi tanımladığı, Peygamberin düşüncelerini okuyup �Zeyneb'in güzelliği karşısında coşkuya kapılır� sözleriyle ifade ettiği, Zeyd için de �Zeyd içinde karısını yitireceği önsezisiyle� (karısını kaybedeceği endişesinde olan Zeyd�in gelip Peygambere �Sevdinse hemen boşayayım� (bu söz ayrı bir komedidir, seviyorsa gelip niye boşayayım desin)� cümleleriyle ifade ettiği T.Dursun�un yazdığı senaryo, İslam�ı bilmeyen kitleler için etkileyici oldu mu bilinmez ama işin aslı da şudur:

2.1-Hz Peygamber, Zeyd�i evlatlık olarak almış ama daha sonra, bir ayetle bu evlatlık kaldırılmıştır.(Ayetin gerekçelerinden biri belki de Hz. Zeyd�in ve torunlarının, biz peygamberin neslindeniz diyerek daha sonra saltanat iddiasında bulunmalarını önlemektir. İslam da saltanat yoktur.)

2.2-Hz. Zeyneb, Hz. Muhammed�in öz halasının kızıdır. Nedense T.Dursun bunu okuyucusuna söylemez.

2.3-Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb�i evlendiren Hz. Peygamberdir bunu da söylemez..

2.4-Hz. Peygamber, Zeyneb�i daha önce Hz. Zeyd için istemiş ama Zeyneb�in ailesi vermemiştir. Ahzab Suresinin 36. ayeti bunun üzerine inmiş ve ailesi Zeyneb�i Hz. Zeyd�e vermiştir.

2.5-Hz. Zeyd zenci ve azat edilmiş olsa da bir köledir. Hz. Zeyneb bu evlilikten hiç bir zaman hoşnut olmaz.

2.6-Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb daha önce den çok sık kavga etmekte ve bunu Peygambere ilettiklerinde Hz. Peygamber sabır tavsiye ederek evliliklerinin devamı için çaba sarf etmektedir. Gayesi Zeyneb�le evlenmek olsaydı bunu niye yapsın?

2.7-Araplarda geçerli olan �Bir kişi evlatlığının boşanmış karısıyla evlenemez� yargısı da Hz. Peygamber�in, Zeyneb�le evlenmesiyle son bulmuştur.

2.8-T.Dursun�un masalına göre �Muhammed bir gün, Zeyd'i görmek için onun evine gider. Zeyd'i bulamaz, Zeyd'in karısı Zeyneb'le karşılaşır. Birden tutulur Zeyneb'e�.

Sanki Hz. Peygamber Zeyneb�i hiç görmemiş, sanki Zeyneb halasının kızı değilmiş, sanki onu Zeyd�le evlendiren Hz. Peygamber değilmiş. Sanki Peygamber onunla Zeyd�i evlendirmeden önce evlenemezdi? Ne yaparsınız �Zırva, tevil kabul etmez� ama zırvalayan beyaz duvara çamur atmakla geçirmiş ömrünü.

2.9-Ahkamu�l Kur�an�da, şöyle der: �Peygamber düşmanlarının �Onu görünce aşık oldu� sözleri tamamen batıldır ve asılsız bir iddiadır. Çünkü Zeyneb Allah Resulünün yakın bir akrabası olarak her zaman yanındaydı. Örtünme ayeti henüz inmediği için her zaman onu görebiliyordu� dediğini nereden bilecek, bilse de bunu yazacak dürüstlük nerede?

3.1-�2000� e Doğru� dergisinde Turan şöyle der: �... Peygamberin Zeyneb'e olan aşkı, evlendikten sonra da uzun süre devam eder. Hadislerin anlattığına göre, Peygamber nerede güzel bir kadın görse hemen eve koşar, Zevneb'le yatardı.� (Buhari - Hibe/8 - Tecrîd hadis no: 1130)


3.2-
Hz. Peygamberi (a.s) bu şekilde okuyucusuna takdim eden ünsüz yazar, sanki Peygamber�in (a.s.) hiç bir işi, hiç bir görevi yokmuş son derece çapkın bir insan gibi hep güzel kadınları takip edip, onlardan bir şey elde edemeyince hemen nefes nefese koşarak evine gelip hanımıyla yatarmış gibi göstermektedir. Şimdi bu Kafirin verdiği kaynağa bakıyoruz öyle ya okuyucuyu tatmin etmek için kaynak vermek gerekir. Yani Tecrîd hadis no: 1130, Hayret doğrusu. Tecrid 8. cilt, sayfa 17 Hadis No:1130 böyle bir hadis yooook. Numarasını verdiği hadiste sadece Hz. Zeyneb ile Hz. Aişe arasında cereyan eden bir tartışmadan bahsediliyor. O kadar� Herhalde Diyanetin bastırdığı Tecrid ile Dursun�un kitabı farklı farklı�.(?)

3.3-Yukarıda Dursun'un rivayetini verdiği hadis bazı hadis kitaplarında yer alsa da mesele S. ATEŞ'in dediği gibidir:

".. İyilik, fazilet kalbe hiçbir kötü düşüncenin gelmemesi değil, gelen bu kötü düşüncelere uymamak ve bunları kovmaktır.

Yazarın yukarıya aldığımız rivayeti, bir tek kişinin haberidir. Bu haber, en az iki-üç yüzyıl ağızdan ağza dolaştıktan sonra yazıya dökülmüştür. Aktarandan aktarana geçerek ikiyüz yıl dolaşan bir insan haberinin, aslına ne derece uygun olduğunu takdir etmek güç değildir. Bundan dolayı vâhid haberleri kesinlik değil, zan ifade eder. Doğruluğu kesin değildir, muhtemeldir. Yani bu haber doğru da olabilir, yalan da olabilir.

Tutalım ki rivayet doğrudur, Hz. Muhammed, kasıtsız olarak karşısına çıkan bir kadına bakmış ve içinde bir arzu uyanmıştır. Bunun çaresi, hemen evine gidip nefsini helâl olan eşi ile yatıştırmak ve içinde uyanan o duyguyu kalbinden savmaktır. Eğer Hz. Muhammed, gözüne çalınan kadının ardına düşüp onu izleseydi o zaman bu eylemi kınanırdı. Kasıtsız olarak kalbine doğan bir isteği, helâl bir yöntemle savması, arkadaşlarına da böyle yapmalarını öğütlemesi fena bir şey midir?

Zaten kendisi, kasıtsız bakışın doğal olduğunu, bundan günah yazılmayacağını, ama ısrarla, döne döne bakmanın günâh olduğunu söylemiştir: "Bakışı bakışın ardına takma, gözünü dikip bakma, ilk bakış (göze çalınma) lehinedir (bundan ötürü sana günâh yoktur) ama ikinci bakış lehine değildir (günâhtır)." (Ebû Dâvûd, Nikâh: 43; Tirmizî, Edeb: 28)

Cinsel ilişkinin, insanları yatıştırdığı, rahatlattığı ise, bütün psikolog ve doktorların birleştiği bir gerçektir.

Dursun: "Güzellikleri hoşuna gitse de. artık bundan böyle kadın alamazsın." (Ahzâb: 52) âyetinden, Hz. Muhammed'in, kendi karılarından başka kadınlara bakıp şehvete geldiği sonucuna varıyor. Oysa âyetin amacı, Peygamber'e, mevcut hanımlarından başka bir kadınla evlenmeyi yasaklamaktır. Ne kadar güzel bulsa da artık başka bir kadınla evlenemeyecektir. Bu âyetten, Peygamber'in kadınlara bakıp şehvete geldiği anlamını çıkarmak, son derece saygısız ve insafsızca bir yargıdır. Peygamberle evlenmek isteyen pek çok kadın vardı. Kadınlar Peygamber'den örtünmezlerdi. Çünkü o, inananların manevî babası sayılır, işte âyette, bunların içinde beğendiği, hoşuna giden kadınlar da olsa artık başka kadın almaması buyurulmustur.

Birini beğenmek, güzelliğini takdir etmek, ille de şehvete gelmek mânâsına gelmez. Eğer gerçekten, yazarın dediği gibi peygamber kadınlara şehvetle baksa ve baktıkça şehvete gelseydi, istediğiyle evlenirdi. Oysa âyet, ona başka kadın almayı yasaklıyor. Bu cümle, bir emrin kesinliğini vurgulamak için böyle söylenmiştir. Meselâ "ne kadar yorulsan da bu yolu yürü" yahut "ölsen de sen bu okulu bitireceksin" cümlelerinde kasıt, yolun mutlaka yürünmesini veya okulun bitirilmesini vurgulamaktır. Yoksa mutlaka yorulmak veya ölmek gerekmez. Yani her ne pahasına olursa olsun bu işin yapılması gerektiği vurgulanmaktadır, işte âyette de "Güzellikleri hoşuna gitse de artık başka kadınla evlenme" cümlesinden, Peygamber'in kadınlara baktığı ve onların güzelliklerinin, peygamberin hoşuna gittiği anlamı çıkarılamaz.

Gerçekte Peygamber, hiç kimsenin namusuna kem gözle bakmamıştır. Nitekim Vedâ Haccında Amcası Abbâs�ın oğlu Fadl'ı da devesine bindirmişti. Fadl, saçı, yüzü güzel, beyaz tenli, yakışıklı bir adamdı. Allah'ın Resulü (s.a.v.) hayvanı mahmuzlayıp hareket ettiği zaman yanından kadınlar geçiyordu. Fadl bu kadınlara bakmağa başladı. Allah'ın Resulü (s.a.v.) elini Fadl'ın yüzüne koydu (bakmasına engel oldu). Fadl bu kez başını öbür tarafa çevirip yine baktı.(Müslim, Hac, bâb: 19, hadîs: 147) (Gerçek Din Bu I, 16)

3.4-Hadis şöyledir: "Hz. Peygamber bir kadın gördü, eşi Zeyneb'in yanına gitti (ki o anda) eşi deri tabaklamakla meşguldü, ihtiyacını gördü ve arkadaşlarının yanına çıktı...", Haberi Vahid'le, Haberi Mütevatir arasında ki farkı bilmeyen Dursun'un elinde yukarıdaki şekle dönüvermiştir.

3.5-Hadisin yüzde yüz doğru olduğunu varsaysak bile, görüldüğü gibi ravi "ihtiyacını gördü" demekte "ihtiyacının" ne olduğundan bahsetmemektedir. Yani hadisi rivayet eden kişi içerde Hz. Peygamberin ne yaptığını görmemiştir. Zaten görmesi de mümkün değildir.

3.6-Ayrıca böyle bir olayla karşılaşan Turan gibiler acaba ne yapar gidip o kadına mı saldırırlar bilemeyiz?


yazar;rıza görüş

İslam da Kadın Hakları


Düşünce – İslam Hukukunda Kadın Hakları / Drs.Mustafa ÖZCAN
Bir önceki sayımızda bir davada şahitlik etmekte temel prensip olarak iki erkeğin şahitliğinin söz konusu olduğu, şahitliklerin kadın ve erkekten oluşması halinde bir erkeğin yanında iki kadının bulunması gerektiği hususundan söz edilmişti. Bu sayıda bu hükmün sebep ve gerekçelerini ele alacağız.

Kadının şahitliği meselesinde akla şöyle bir soru gelebilir: Islam hukukunda bir erkeğin yanında tek kadının şahitliği niçin yeterli görülmemiştir.? Bu soruyu şu sorular da izler: Erkekle beraber şahitlik edecek kadının yanında bir kadın daha bulunması niçin gerekli görül-müştür.? Insan olmakta kadın erkeğe eşit değil midir? Kur’anda: “Biz insanoğlunu şerefli kıldık” (1) buyurulmuştur. Bu özellikte kadın ve erkek ortak değil midir? Şahitlikte bu ayrıcalık nedendir?

Bu mesele ve bu husustaki sorular hep zihinleri meşgul edegelmiştir. Bu meselenin çözümü iki noktada yoğunlaşıyor.

1- Meselenin dini delil yönünden ele alınması.

2- Meselenin aklî sebep ve gerekçeleri.

Birinci noktayı ele aldığı-mızda öncelikle şunu ifade edelim: Daha evvel şâhitlik konusunu düzen-leyen ayetten bir alıntı yapmıştık. Ayeti tekrar hatırlamamız gerekiyor: “(.......işlerinizde) erkeklerden iki şahit tutun. Iki erkek olmazsa hoşnut olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın (olsun)...........”(2)

Öte yandan hadis kaynaklarında da bu meselenin yer aldığını görmekteyiz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ey kadınlar topluluğu! Çokca istiğfar ediniz ve sadaka veriniz. Ben cehennemliklerin çoğunun sizlerden olduğunu gördüm.” (Bu sözü duyan) kadınlardan birisi: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize ne olmuş ki cehennemliklerin çoğunu oluşturuyoruz?” dedi. Hz. Peygamber: “Siz çok lanet okur, eşinize nankörlük edersiniz. Aklı ve dini eksik olduğu halde, dahâ akıllı bir kimseye sizden çok baskın gelen birini görmedim.” buyurdu. Kadın: “Ey Allah’ın Rasülü! (Kadının) dininin ve aklının eksikliği nedir?” dedi. Hz.Peygamber: “Dindeki eksiklik özel günlerinde kadının oruç tutmayıp namaz kılmamasıdır. Akıldaki eksiklik ise, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasıdır.” buyurdu.(3)

Görülüyor ki ayet ve hadiste net bir şekilde iki kadının bir erkek yerine şahitlik edeceği ifade edilmiştir. Bu meselenin niçin’i neden’i araştırılırken işin aklî yönü öne çıkacaktır. Ancak meselenin aklî yönünü ele almazdan önce metodoloji yönünden bir noktaya işaret etmekte yarar görüyorum. Şöyle ki:

Fıkıh Usûlü’nde ifade edildiği üzere emir kipi pek çok amaçlarla söylenir. Her emir kipi ile söylenen ifade, o emrin farz olduğu anlamına gelmez. Nitekim Bakara suresi 282. Ayetindeki borçlanma durumunda borcun yazılması ve şahit gösterirken iki erkek yok ise bir erkek, iki kadın şahit tutulması emri vucüb (farz) için olmayıp irşâd içindir.(4)

Emrin irşâd için olması demek dünyalık bir yararı temin etmek üzere uyarmak demektir. Irşâd için olan bir emri yerine getirmek, çok sevaba nail olmayı gerektirmediği gibi, böyle br emri yerine getirmemek de sevap eksikliğini gerektirmez.(5)

Meselemizdeki aklî yönden yapılan yorum ve açıklamalara gelince: Günümüz ilim adamları, ayet ve hadiste yer alan kadının şahitliği hususunda ayrıntılı bilgiler vermişler ve mantıkî gerekçeler ileri sürmüşlerdir. Şimdi bunlardan bazılarını görelim:

Seyyid Kutub, tefsirinde söz konusu ayeti açıklarken şöyle diyor: “......Fakat bazı hallerde iki erkek şahidin bulunması kolay olmaz. Işte burada, Islam hukuku işi kolaylaştırıyor ve hanımları şahitlik etmeğe çağırıyor. Şahitlik etmekte erkeğin öne çıkarılması şundandır: Sağlıklı bir islam toplumunda yerleşmiş olan alışkanlık odur ki alış veriş işlemlerini erkekler yapar. Böyle bir toplumda kadın yaşantısını sürdürmek için çalışmaya muhtaç değildir. Kadın çalışma dünyasına girmekle kadınlık ve analık meziyetlerini incitmiş olur. Onun görevi, insanlığın en değerli hazinesi olan geleceğin neslini oluşturacak olan çocuğunu gözetip yetiştirmektir. Buna rağmen şahitlik edecek iki erkek bulunmazsa, bir erkek iki kadınla beraber şahitlik eder. Niçin iki kadın? demek için ayet-i kerime bizim bir takım zan ve tahminler ileri sürmemize gerek bırakmıyor. Çünkü ayetin devamında: “....birisi şaşırır unutursa, diğeri ona hatırlatır.” buyurulmuştur. (6) Ayettte sözü edilen şaşırıp unutmanın pek çok sebepleri vardır. Bunlardan birisi kadının alış veriş konularında, ticari aktivitelerde az deneyim sahibi olmasıdır. Bu özellik, kadını ticari faaliyetlerin tüm inceliklerini ve karmaşık durumlarını bilgi kapsamına almamış durumda kılabilir. Bundan dolayıdır ki bir kadın gerektiği zaman ticari bir konuda açık seçik şahitlik yapacak durumda olmayabilir. Bu durumda ikinci kadın, ona yardım ederek konunun karmaşıklığı içerisinde hatırlatıcı rolünü oynar, görevini yerine getirir.

Bir diğer sebep kadının yaratılışındaki aktivite durumudur. Çünkü kadını analık görevine hazırlayan biyolojik organ yapısı, kadında kesin bir psikolojik durum meydana getirmektedir. Bu yapı ve özellik, kadının çocuğunun isteklerine vijdanından kopan bir tepkiyle ve süratle karşılık vermesini gerektirir. Zira ana- çocuk ilişkisindeki canlılık ağır düşünme ve davranmaya yer vermez. Bu özellik Allahın kadına ve çocuğa bir lütuf ve keremidir. Kadının bu özelliği bölünmez bir bütündür. Oysa ticari işlemlerde bir akdin gerektirdiği şahitlik büyük çapta tepkilerden uzak olmayı ve olayların değerlen-dirilmesinde etkiden ve dış tesirlerden arınmayı gerektirir. Şahitlikte kadının iki olması ilgili konudaki hukukun garantisidir.” (7)

Dr. Sibâi bu konuda şöyle diyor. “Bu meselede ki farklılığın insaniyet, şerefli kılınmak veya şahitlik yapmaya ehil olup olmamakla bir ilgisi olmadığı açıktır. Nitekim Allahın şerefli kılmasında erkekle kadın eşittir. Tüm mali konularda üzerine düşeni yapma sorumlulu-ğunda da erkekle kadın eşittir. Bir erkekle beraber iki kadının şahitlik yapması şartı kadının şerefli ve değerli olmasının, saygı değer olmasının dışında bir şeydir. Islamın kadına ekonomik konularla uğraşma-sını mübah görmesine rağmen kadının asıl görevinin sosyal içerikli olduğunu dikkate almalıyız. Ki bu görev kadının aileyi ilgilendiren hususlarda yoğunlaşmasını gerektirir. Bu ise kadının vaktini evine bağımlı olarak geçirmesi demektir. Özellikle alış verişlerin yapıldığı zamanda kadın evinde olur. Bunu dikkate aldığımızda kadının mali konularda insanlar arasında dava konusu olacak maselelerde şahitlik etmesi,kadına göre nadir meselelerdir. Hal böyle olunca bir hanım çarşıda, pazarda gördüğü şeyleri titizlikle belleğinde tutma cihetine gitmez. Bir olayla karşılaştığında, o olaya gönlünde bir yer vermeden geçer gider. Orada görüldüğü için şahitliğine başvurulduğunda, hakimin huzurunda hata etme veya gördüğünü unutma ihtimali vardır. Oysa hukukta kesinlik gerekir. Hakim hakkı ortaya koyup haksızı belirlemek için var gücüyle elinden geleni yapmalıdır.

Ayetteki “... unutursa diğeri ona hatırlatır.” ifadesi, “birinin unutma veya hata etme korkusundan dolayı ikinci hanım şahit olmalı ve ona hatırlatmalıdır.” Şeklinde anlaşılmalıdır.

Işte bu anlayıştan hareketle pek çok Islam hukukçusu kadınların cinayet olayları ile ilgili konularda şahitliğinin kabul edilemeyeceğini söylemişlerdir. Bunun sebebi bizim söylediğimiz gerekçedir.Yukarıdada ifade edildiği gibi hanımlar genellikle evini ilgilendiren şeylerle meşgul olur. Bir bayan için ölümle biten kavgalarda veya benzeri yaralanma hadiselerdinde hazır bulunmak kolay bir şey değildir. Bulunsa bile orada donar kalır. Oradan kaçma imkanı bulunmazsa ya o olaya bakamaz veya velveleyi basarak bağırıp çağırır. Hatta belkide bayılır. Kadının yapısı bu olunca böyle bir durumda şahitlik yaparken, suçluyu nasıl tarif edecek? Suçu nasıl anlayacak? Suç aletlerini nasıl tanımlayacak? Olayın oluş şeklini nasıl anlatacak?

Islam hukukunda bilinen bir kuraldır ki cinayetlerde uygulanacak had cezaları şüphe ile düşer. Adam öldürme ve benzeri olaylarda, kadının suçun oluşunu tam izleyememiş olması gibi bir şüphe vardır.

Halbuki çoğu kere erkeklerin haberdar olmadığı kızlık, dulluk, kadının cinsiyet kusurları ve doğum gibi meselelerde kadının tek olarak şahitliği kabul edilmektedir.

Demek oluyor ki mesele, kadının şerefli olup olamaması, kadına değer verilip verilmemesi,kadının şahitliğe ehil görülüp görülmemesi değildir. Bilhakis mesele yapılan şahitlikle karar vermekte titiz davranıp ihtiyatlı olmak meselesidir. Her adaletli sistemin ısrarla üzerinde durdurğu şeyde budur.’’ (8).

Dr. Sibai bu uzun inceleme-sinde alım-satım ödünç verme, para bozdurma, kiralama, ipotek, vekalet, kefil olmak, havale etmek gibi meselelerde kadın ile erkek arasında bir fark olmadığını ifade ettikten sonradiyor ki: “ Şahitlik meselesin-deki erkek ile kadın arasında varolan bu farklı durum, kesinlikle insan olma, şerefli olma veya ehliyet sahibi olma yönünden erkekle kadın arasında eşitlikle alâkalı bir mesele değildir. Kadın ile erkeğin eşitliği çok eskiden beri vardır. Şahitlikteki bu durum ekenomik, sosyal, psikolojik zorunluluklardan kaynaklanmak-tadır.”(9)

Prof. Muhammed Kutup bu konuda şöyle demektedir: “ Islam hukukunda iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi sayılması, kadının erkeğin yarısı olduğunu göstermez. Bu olsa olsa şahitliğin güvenilir olmasını bütünüyle garantiye almak demektir. Şahitlik suçlanan kişinin lehinde olsa da aleyhinede olsa da bu böyledir.

Kadının yapısındaki duygusalık ve süratli tepki gösterme özelliği, mahkemede dava konusu olarak meselelerde etki altında kalma ihtimalini beraberinde bulundurur. Bu itibarla kadın şahitlik yapacak ise yanında bir bayanın daha bulunması öngörülmüştür ki şahitlik ettiği konuda gerçeği tam olarak ifade etmezse diğeri ona hatırlatır.

Kendisi lehinde veya aleyhinde şahitlik yapılan kimsenin güzel bir bayan olduğunu varsayalım, bu durum şahit bayanın kıskanclık duygusunu kamçılar, veya hakkında şahitlik yapılan kimse, bir delikanlı,yahut bir çocuk olabilir. Bu durum, şahitlik eden bayanın ya iç güdüsel duygusunu veya annelik özelliğinden kaynaklanan şefkatini harekete geçirebilir. Benzeri pek çok özellikten söz edilebilir. Bu durumlar ise farkında olarak veya olmayarak, kadının şahitlik yaptığı konuda gerçeği ifade etmesini etkileyebilir.Oysa bir konuda bayan şahidin iki tane olması halinde her iki bayanın da gerçeği saptırıp gerçek dışı şahitliktekte bulunması gerçekten az görülen bir şeydir. Zira bu durumda biri diğerinin gizlediğini ortaya çıkarır. Nitekim kadının uzmanı olduğu, kadınlarla ilgili meselelerde tek bir bayanın şahitliği geçerlidir.(10)

Prof. Zuhaylî’de kadınla erkek arasında şahitlik konusundaki farkın, onun psikolojik ve biyolojik yapısından kaynaklandığını söylüyor ve şunları ilave ediyor: “ Islam kadına “analık” gibi saygın bir görev vermiş ve anayı babadan üç kat üstün görmüştür. Hz. Peygamber “Cennet’in anaların ayakları altında olduğunu”(12) bildirmiştir.”(13)

Prof. Zuhaylî’nin anayı babadan üç kat üstün tutan islami anlayışyla ilgili ifadesi bir hadis-i şerife işaret etmektedir. Hz. Peygamberin huzuruna gelen bir adam Resulullah’a soruyor: “ Ey Allah’ın Resülü! Kendisine iyi davranmama en çok hak sahibi olan kimdir?” diye soruyor. Hz. Peygamber: “ Annendir” buyuruyor. Adam aynı soruyor üç kere tekrarlıyor. Allah’ın Resülü, her defasında aynı cevabı veriyor. Ancak dördüncüsünde: “ Babandır” buyuruyor.(14) Eğer Islamda kadını erkeğin yarısına denk tutmak gibi bir anlayış olsaydı Hz. Peygamberin cevabı bu anlayışın hatalı olduğunu göstermeye yetmiyor mu?.

Bilim adamlarından bu konuda sahifeler dolusu aktarmalar yapmak mümkündür. Biz bu konuyu haddinden fazla uzatmamak için aktarmaları sürdürmüyoruz. Sadece ilgi çekici bulduğumuz için Dr. Berşâvi’den şunları nakletmekte yarar görüyoruz: “.... Fakat kadının fizyolojik yapısı gereği açık olduğu bir takım etkiler vardır. Kadın gebelik, doğum ve regl (âdet görme) dönemlerinde sinirsel ve hormon yapısı bakımından değişik haller yaşamak zorundadır. Bunların, kadının meseleleri algılamasında etkili olma ihtimali vardır. Şahitlik yapması da bu cümledendir. Bunun içindir ki Islam Hukuku kadının şahitliği ile ekeğin şahitliği arasında fark gözetmiştir.

Nitekim - daha önce ifade ettiğimiz gibi - kadının fizyolojik ve biyolojik oluşumu, onun psikolojik yapısına etki etmektedir. Kadın bu özelliği sebebiyle sinirli bir huy yapısına sahip olmaktadır. Hatta (bu etkileri yaşadığı dönemlerde) kolaylıkla yalan şahitliğe baş vurabilmektedir. Kadın’ın insan cinsini üretmedeki rolü sebebiyle, cinsel duygu eğiliminde kadın erkekten daha güçlüdür. Nitekim âdet görme dönemlerinde kadının tepkisel davranışı artar. Bünyesindeki organın kanamasından duyduğu acıyı açığa vurmamakta gayret sarfeder. Bu özellik onu duygu ve düşüncelerini saklayabilme hususunda daha güçlü ve dayanıklı kılar. Açık bir şekilde bilinmektedir ki kadın yapısı gereği bir takım etkilere açıktır. Ihtimal dahilindedir ki Islam hukukunda kadının şahitliğinde ayrıcalığın bulunmasının sebebi budur. Fakat bunun manası kadının (ne kendisinin ve de) şahitliğinin (erkekten ve) erkeğin şahitliğinden daha az değerli olması demek değildir. Bil’âkis bundan maksat kadının şahitliğini hakimin büyük bir titizlikle dikkate alması demektir. Buradaki titizlik, kadının (yukarda işaret edilen) etkileşim halinde olup olmaması bakımındandır. Böyle davranmak, her zeki ve kılı kırk yaran uyanık hakimin görevidir.” (15)

Buraya kadar aktardıklarıma ve söylediklerime ilâveten iki husus üzerinde durmak istiyorum:

1- Bir kerre daha ifade edelimki ayet-i kerimede ve hadisi şerifte kadının şahitliği hakkında beyan buyurulan hükmün, kadında erkeğe göre islam nazarında daha az değer verilmesi ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu sonucu, ayetteki gerekçeden ve hadiste ki “.....iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olması...” ifadesinden anlıyoruz. Dikkat edilirse Hz. Peygamber: “iki kadın bir erkeğe denktir” demiyor. Meselenin yoğunluğu şahitlik üzerindedir. Şahitlik meselesinin adaletle, haklıyı haksızı ayırmakla ilgili olduğu açıktır. Islam dininin de bu hususta ne kadar titiz olduğu bilinmektedir. Islam’ın adalete verdiği önem ciltlerce kitaba konu olmuştur. Şu kadarını söylemem yeterli olur sanırım ki yaptığım şahsi bir araştırmada sadece Arapça olarak eski ve yeni, yazma ve basma kitaplardan oluşmak üzere Islamdaki adalet mekanizması ile ilgili olarak 103 adet kitap tespit ettim.(16)

2- Hadis-i Şerifte ifade buyurulan “kadın’ın aklının noksanlığı” husus pek çok kimse tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Bu meselenin gereği gibi anlaşılabilmesi için “akıl” denilen nesnenin incelenmesi gerekiyor. Bu incelemenin çağımızın verilerini dikkate alarak tıp, psikoloji ve biyoloji bilimleri tarafından ele alınması icabeder. Çalışma ve araştırma alanım dışında kalan bu bilim dalları ile ilgili her hangi bir şey söylemem uygun olmaz. Ancak şunu söylemeliyim: Bu meselenin daha net bir şekilde ortaya çıkması yukarda da ifade ettiğim üzere akıl nedir? Sorusunun iyi cevaplandırılmasına bağlıdır. Zira nice kadın vardır ki pek çok erkekten daha akıllıdır. Yaşamakta olduğumuz dünyada siyaset, ticaret, eğitim, yönetim alanlarında başarılı ve akıllı hanımefendiler görülmektedir. O halde Hz. Peygamberin hadisindeki “kadının akıl noksanlığı” isabetli bir şekilde anlaşılmalı ve anlatılmalıdır.

Kaynakların araştırılmasında bu hususa yeterince değinildiğini görmüyoruz. Şu kadar ki Hidâye şârihlerinden Bâbertî ve Keşşâf’ın müellifi Tehanevi, dikkat çekici şeyler söylemişlerdir.

Bâbertî, akıl hakkında şu bilgileri vermektedir: “kişinin benliğinin oluşması dört kademede gerçekleşmektedir:

1- Aklın oluşumu. Buna “Akl-ı Heyülâi” denir. Bu aşamada her insan (kadın-erkek) eşit durumdadır. Zira bu aşama insanın yaratılmasının ilk devresidir.

2- Duyu organları yoluyla herkes tarafından bilinen şeyleri kavrayıp anlama dönemi. Bu dönemde akıl’a “Akıl bil’meleke” denir. Işte Allah’ın emir ve yasakları ile yükümlü olmak için gerekli olan akıl budur.

3- Yeni bir kazanıma ihtiyaç duymaksızın dilediği anda kesin bir bilgi halindeki teorilerin hasıl olması dönemi. Bu döneme “Akıl bil’fiil” denmektedir.

4.Bilinmesi zorunlu olan şeyleri öğrenmeye aklın elverişli olması dönemi. Buna da “Akıl bil’müstefâd” denir.(16)

Bu dört dönem ve akıl türünün incelenmesinde üçüncü kısımda insanların farklı olduğu anlaşılmaktadır. En iyisi Allah bilir ki Hz. Peygamberin “onların aklı eksiktir.....”ifadesinden maksat budur.

Zira Hz.Allah’ın kadını ve erkeği yaratırken insanlara akıl nimetini vermesinde bir ayırım yoktur. Bunun içindir ki Hz. Allah’ın emir ve yasaklarında kadın ve erkek kulları eşittir.

Sanırım şahitlik meselesinde kadınlar hakkındaki farklı anlayışın sebebini buraya kadar söylediklerimle anlatmış oldum. Cenab-ı Hak hepimize emir ve yasaklarındaki hikmeti layık olduğu gibi anlamayı müyesser kılsın.





(1) Isra Süresi,70

(2)Bakara Süresi, 282

(3)Buhari, Hayz bab 6;Müslim, Iman, hadis no:132; Ebu Davud, Sünnet, Hadis no:4679;Tirmizi, Iman bab 6 ;Ibn-ı mâce, Fiten, bab, 19 ; Dâremi, Vudu’ bab 104; Ahmed b. Hanbel,Müsned, 2/67 Burada yer alan metin Müslim’in rivayetidir.

(4)Emir kipinin bir çok manalar ifade etmesi ve konumuzda irşad için olması hususnda bakınız: Dr. Abd’ul Kerim Zeydan, Veciz fî Usül’il Fıgh, 282; Gazali, Mustasfa, 1/417.

(5)Gazali, Mustasfa, 1/419-422

(6)Bakara Suresi,282

(7)Seyyid Kutup, Fî Zılâl’il Kur’an, Bakara Suresinin 282.ayetinin tefsiri.

(8)Dr. Sibâhi, Elmer’etü Beyn’el Fıkh-ı Vel’Kanun sh.31 ve devamı

(9)Dr. Sibâi, aynı eser ve yer.

(10)Islamın etrafındaki şüpheler, Prof. Muhammed Kutup, Shf. 126-127

(11)Dr. Barşâvi, Hukuk ve Kanun açısından yalancı şahitlik, shf. 404-407

(12)Münavi, Feyz’ul Kadir, 3/362

(13) Prof. Vehbet’uz-Zuhayli, El- Vesâil, shf.162 ve devamı

(14)Buhari,Sahih, Edeb, bab no:2

(15)Mustafa Özcan, Islam Hukukunda Şahitlik Müessesesi, (Basılmamış doktara tezi) 265-277 sahifeler .arası.

(16)Bâbertî, iraye, 6/452;Tehânevi, Keşşaf-ı Istılahat’ıl Fünün, 2/1027 ve devamı

Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte de mi Bulunur?


Kütüb-i sitte’nin sahip olduğu özellikler ve gördüğü hüsn-i kabul sonucu olarak değerlendirilebilecek hatalı bir gelişmeye de işaret etmek yerinde olacaktır.

Çoğu kişilerin hadis diye duydukları ya da öyle sandıkları bazı sözleri,bir bilenden sorarken genellikle söyledikleri söz, “Bu,Kütüb-i sitte’de var mı ?” ya da “Buhari bunu nakletmiş mi?” veya “Müslimin kitabında geçiyor mu?” olmaktadır.

Böylesi bir soru,aslında,sahih hadislerin sadece Kütüb-i sitte veya buhari ve müslim’in kitaplarında bulunduğu,bunların dışındaki hadis külliyatına itimat edilemeyeceği kanaatından kaynaklanmaktadır.bu tıpkı,cahil aydınların her şeyi Kur’an’da aramalarına benzemektedir.Günümüzde kendisini bir şeyler biliyor sanan ve fakat din kültürü almamış ya da daha yumuşak bir ifadeyle bu alanda yeter bilgi seviyesine ulaşamamış aydınlar,dini bir esas kendilerine hatırlatılınca çoğu kere “Bu,Kur’an’da var mı?” diye itiraz anlamına gelen sualler sorarlar.Tabiatıyla her şeyi kur’an’da aramak ne kadar hatalı ise,hadis diye duyulan her sözü de mutlaka buhari yada Müslim’in kitabında görmeye çalışmak,ya da Kütüb-i sitte’de görmek istemek en az birincisi kadar yanlıştır.Çünkü her şeyin detaylı bir şekilde kur’an’da açık bir gerçektir.Eğer her kon detaylı bir şekilde Kur’an’da yer almış olsaydı,hadis ve sünnete gerek kalmazdı.Aynı şekilde güvenilir bi hadisin de mutlaka Buhari ve Müslim’de olmayacağı bilinmelidir.ntekim bu müelliflerin kendileri de sahih hadislerin hepsini kitaplarına almak için yola çıkmış değillerdir.Aldıklarının sahih olmasına dikkat etmişler ama,bütün sahihleri bir kitapta topamak gibi bir çalışmaya girmemişlerdir.Nitekim Buhari ve Müslim’in şartlarına uygun olduğu halde,kitaplarında bulunmayan hadisleri Hakim en-Neysaburi (405/1015) Müstedrek adıyla bilinen 4 büyük ciltlik eserinde toplamıştır.

Bilinmelidir ki Kütüb-i sitte’nin diğerlerinde de yer almamış sahih hadisler-az da olsa-elbette vardır.O yüzden bu altı kitabın ve iki sahih (sahihan) diye meşhur olmuş bulunan Buhari ve Müslim’in dışında da sahih hadislerin bulunduğu kesin gerçeği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır.

Anlatıldığına göre (Tehanevi,kavaid,467) Müslim,kitabını tamamlayınca Ebu Zür’a er-Razi’ye (264/877) takdim etmiş.Ebu Zür’a, “Buna es-sahih ismini koyarak ehl-i bid’at ve ötekilerin eline koz vermişsin.Onlara bir hadis rivayet edilecek olsa, “Bu hadis Sahih-i Müslim’de yok” deyip reddecekler” diyerek karşı çıkmıştır.

Toplumumuz da gözlemlenen mevcut hal,Ebu zür’a’nın bu endişesinin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.

Amr b. Ali el-Fellas (247/861) “Buhari’nin bilmediği hadis,hadis değildir” demiş.Şimdi de “Buhari’de ya da Kütüb- sitte’de olmayan hadis,hadis değildir” denmek istenirse,bu isabetli olmaz.Zira o söz,Buhari’nin hadis ilminde ki engin bilgisinden kinayedir.Takdir ifadesidir,ilmi bir gerçek değildir.

Bu konu ile ilgili olarak bilinmesi gereken nokta şudur; güvenilirlik açısından Sahihan’da yer alan hadislerin,birinci derecede itimada şayan,sahih hadislerin en üstün olduklarıdır.Ancak burada da unutulmaması lazımdır ki, Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinin öteki hadis kitaplarıa üstünlüğü geneli itibariyledir.(Tehanevi,Kavaid,468) Ayrı ayrı hadisin tetbike tabi tutulması halinde her hadis için farklı durumların doğması mümkündür.Aslında,allame Kasım b.Kutluboğa’nın da açıkça belirttiği gibi “Bir hadisin sıhhati,hangi kitapta bulunduğuna bakılarak değil,onu nakleden kişilerin haline bakılarak tayin ve tespit edilir.” (bkz.Kasımi,Kavaid,82) Nitekim el-Albani,Silsiletu’l-e hadisi’s sahiha adlı eserinde,Ahmed b.Hanbel’in Müsned’i el-Humeydi’nin Müsned’i İbn ebi Şeybe’nin el-Musanef’i,İbn Hıbban’ın Sahih’i,et-Tayalis’nin Müsned’i et-Taberani’in Mu’cem’leri v.b. hadis külliyatından seçtiği hadisleri,sahih olarak nitelendirmiştir.

Kaynak:Prof.Dr.İsmail L.ÇAKAN,anahatlarıyla Hadis bilgisi-tarihi-dindeki yeri,Ensar Neşriyat Yayınları,syf.141-144)

9 Eylül 2007 Pazar

Oryantalistlerin Tahrif İddiaları


Oryantalistler Kur’an-ın,mevsukiyetini/orjinalitesini muhafaza edemediğini iddia etmektedirler.Onlar bu iddialarını,özellikle yedi harf ve kıraat meselelerini gündeme getirerek ve kur’an’dan bazı bölümlerin çıkarıldığını çağrıştıran birtakım uydurmak rivayetleri öne sürerek delillendirmeye çalışmaktadırlar.Müslümanların bu gibi konularda fikir birliğine varamamış olmaları ve bazı şii müelliflerin Kur’an’dan bir kısım süre ve ayetlerin çıkarıldığı şeklindeki iddiaarı,tabiatıyla oryatalistlerin bir taraftan ellerini güçlendirmekte,diğer taraftanda önlerine zengin bir koleksiyon sunmaktadır.Mesela bu anlamda W.Muir sırf bazı şii kaynaklardan elde etmiş olduğu bilgilere dayanarak,özellikle Hz.Ali ile ilgili bir kısım ayetlerin Kur’an’dan çıkarıldığını ileri sürmektedir.(bkz.Doğrul,Ömer Rıza,Tanrı buyruğu (Giriş),s.LXXVII.) aynı şekilde Blachere de Şia’nın,Kur’an’ı noksan kabul ettiği fikrinden hareketle,Hz.Ebu bekr sonra da Hz. Osman’ın bir çok ayet ve süreyi Kur’an’a almadıklarını,Hz.Ali’yi Müslümanlara açıkça imam ve halife tayin eden pek çok ayeti de Kur’an’dan çıkarıldıklarını iddia etmektedir.(bkz.Blacher,Regis,Le Coran(Que sais-je),Paris 1976,s.19-20) Aslına bakarsanız bu iddiaların tutarsız olduğu ortadadır.Çünkü böyle bir durumda şu söylenebilir.Eğer gerçekten Hz.Ebubekir ve Hz.Osman,Hz.Ali ile ilgili ayetleri Kur’an’dan çıkardı ise,Hz.Ali halife olunca neden bunları tekrar Kur’an’a yazdırtmadı?Öyle görünüyor ki bu,hiçbir zaman muhtedil Şia tarafından da tasvip görmemiştir.Çünkü bu tür iddialar Gulat-ı şia denilen batıniyyenin sapık kavillerinden biridir ve hiçbir mantıki tarafı yoktur.(bkz.Keskioğlu,Osman,Kur’an Tarihi,s.330)

Oryantalistlerin bazen de Kur’an’ın bir takım üslub özelliklerinden hareket ederek onun tahrife uğradığını ileri sürmektedir.Mesela Emile Dermenghem kaleme almış olduğu “Muhamed’in Hayatı” adlı eserinde Kur’an’ın cem ve tertibinden söz ederken şunları söylemiştir: “Son ve kat’i metne gelince o,halife Muaviye zamanında Haccac tarafından –tıpkı Osman’ın tatbik ettiği usül üzere-tertib edilmiştir.Kur’an’da sayısız tekrarlar vardır ve ayetlerden bir çoğunun yerinde olmadığı açıkça görülmektedir.Asıl metne birtakım ilaveler ve haşiyelerin yerleştirilmediği yahut ondan bazı parçaların çıkarılmadığı şeklindeki birtakım hususlar bilinmediği gibi,bu ziyade ve eksiklerin oranını tayin etmekte imkansızdır” (bkz.Dermenghem,Emile,Muhammed’in hayatı (trc.Reşat Nuri Güntekin),yy,1930,s.346-347)

Burada şunu hemen işaret edelim kibu ifadeden anladığımıza göre Emile Dermenghem,Kur’an’ın tertibi ile harekelenmesi meselesini birbirie karıştırmıştır.Çünkü bütün tarihi kaynaklar,Kur’an’ın Hz.Osman zamanında kesin bir biçimde çoğaltılp tertip edildiğini,Haccac zamanında ise harekelendiğini kaydetmektedirler.Mevcut metnin harekelenmesi esnasında tertipte herhangi bir şekilde oynama söz konusu olmayacağı açıktır.Öyle anlaşılıyor ki,Emile Dermenghem bu hususu ortaya koyarak Kur’an metninin birkaç defa tertib edildiğini,bu sebeple ondaki ayet ve sürelerin yerinden oynatıldığını iddia etmek suretiyle insanların zihninde,Kur’an’dan bir takım çıkartmaların yapılmış olduğu şüphesini uyandırmak istemektedir.Tabii ki bu ve benzeri fikirler,hiçbir zaman ispat şansına ulaşamayacak nitelikteki iddialardan ibarettir.

“Mizanu’l –Hak” adıyla te’lif etmiş olduğu eserinde,Kur’an hakkındaki tahrif iddialarına yer veren müelliflerden biri de Fander’dir.Ancak Rahmetullah el-Hindi yazmış olduğu “İzharu’l –Hakk” isimli eseriyle bu zatın fikirlerini çürütmüş,1984 yılında da Haşim Abdulfettah Gudde tarafından kaleme alınan “Havle’l –Kur’ani’l –Kerim ve’l –Kitabi’l –Mukaddes” isimli eserle de Fander ve diğer oryantalistlere hak ettikleri susturucu cevaplar verilmiştir.(bkz.Karataş,Şaban,Kur’an tarihi,s.83)

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki oryantalistlerin tahrif iddiaları,tarihi verilere tamamen ters olup,art niyetle ortaya atılmış mesnetsiz fikirlerdir.Bu tür fikirleri ortaya atanların tek amacı Müslümanları,yeryüzünde Kur’an’dan soğutmak,uzaklaştırmak ve ona sırt çevirmektir.Ancak onlar hiçbir zaman bu art niyet ve ön kabullerinden kaynaklanan çirkin amacı gerçekleştirme şansını elde edememişlerdir,tabi ki bundan sonra da asla elde edemeyeceklerdir.

Kaynak:KUR’AN TARİHİ ,prof.dr.Muhsin Demirci,Ensar Neşriyat s.210-212)

Türklerle İlgili Hadislerin Sıhhati Üzerine

Türkler aleyhinde soylendıgı ileri surulen Hadisler de bu uydurulmus yalanlardan ibarettir.bular icerisinde Turkleri yeren,onları ahir zamanda cıkacak ye’cuc ve me’cuc un bir kolu sayaran (Turkler,ye’cuc me’cuc un bir kolu idi.akın icin cıkmıslardı.Zu’l karneyn gelip Seddi yapınca artık yerlerıne gıremeyip dısarıda kaldılar..”bkz.kesfu’l hafa :1/38) rivayetleri yanında “Türkler size dokunmadıgı surece siz onlara dokunmayın!” (kesf:1/38), seklinde kısmen Türkleri öven,onların,bas edilemeyecek savascılar olduklarını belirten hadislerde vardır.ve su hadis:”İstanbul elbette feth olunacatır.onu feth eden kumandan,ne guzel kumandan,onu feth eden askerler ne guzel askerdir!” (ibn hanbel,musned: 4/435 )

Turan dursun,turkler aleyhinde ki hadisin,muslim ve ebu davud un kitaplarında bulunmasını,saglamlıgına kanıt gostermektedir.bir rivayetin,cesitli kitaplarda bulunması,saglamlıgının kanıtı olamaz.

Hadis derleyicileri,peygamberden iki-uc asır sonra artık agızdan agıza soylene soylene topluma yayılmısolan aktarmaları surdan buradan derlemislerdir.Aynı rivayeti veya benzerini aynı kisiden bir kac koleksiyoncu derledigi gibi; biri bir aktarıcıdan,öteki de baksa ir aktarıcıdan aynı konu da ki sozleride derlemistir.önemli olan,bir rivayetin cok kitapta yer almıs olması önemli degil,önemli olan ,o rivayetin temelde kimin tarafından rivayet edildigi ve iki üc asır ağızdan ağza dolasırken ne derece orjinalitesini korumus oldugudur.

Mesela ebu davud:” Türkler size dokunmadığı surece siz onlara dokunmayın “ rivayetini “sahabeden bir adamdan” almıstır.kim bu adam ? mechul…soyleyen belli degil.Artık siz bu sozun dogruluk derecesını hesap edın.Türkler aleyhinde ki diger sozlerın temel kaynagı da ebu hureyredir.

Bu konu da baksa rivayet de ebusufyan dan aktarılmıstır.ebusufyan kım ? mekke’nin fethine kadar peygamberin can dusmanı,mekkenin fethinde,musluman olmaktan baksa care bulamıyor.ve bu adam,peygamberden hadis rivayet ediyor.peki ama bu zat peygamberin yanında kalmadı ki.kendisi Mekke de idi.oyle uzun boylu peygamberin sohbetinde bulunmus degildir.bu sozleri nereden duydu da nakl etti.

Türklerin ,ye’cuc ve me’cuc un bir kolu oldugunu,akın icin cıkmıs olan bir kolun,geri döndüktelerinde İskender tarafından yaptırılan sed dolayısıyla yerlerine varamayıp dısarıda kaldıkları hakkında ki rivayetin,ileri tutar tarafı var mı ? belli ki bunlar ,Türklerin guclenmesiyle otoriteyi elden kacırmakta olan arap ırkcılarının uydurdukları sözlerdir.

Simdi burada turan dursun’un bir celiskisine dikkati cekmek istiyorum.o da su: dursun ,peygamber’in,sadece arap toplumuna gonderildigini,hatta hicaz bolgesinden baksa bir toplumun musluman olmasını dahi dusunmedigini ileri suruyor.

Varsayalım ki oyledir.öyle ise,hic gormedigi ,bir ilişkisinin olmadıgı ,belki de varlıgını dahi duymadıgı Türkleri ne diye yersin,onları dusman ilan etsin?

Kıyametin bir alameti olarak Arapların Türklerle carpısıp,sonunda onları öldrecekleri hakkında ki hadisler düzmedir.

Amr bin taglib’ in rivayetine gore peygamber (sav) : “kıl ayakkabı(carık) giyen bir kavimle carpısmanız,kıyamet alametlerindendir.yüzleri,üst üste deri kaplı kalkanlar gibi genis ve değirmi olan bir kavimle carpısmanız,kıyamet alametlerindendir.”

Bu rivayette Türk adı gecmez.Ayrıca carpısılacak kavim de ayrı ayrı kavimdir.İbn hacer,bunlardan birinin ,zındıkların bası Babek ve yandasları oldugunu soyluyor.

İkinci rivayette ise Türk adı gecmektedir: ebu hureyre’nin rivayetine gre Allah’ın elcisi soyle buyurmus:”siz,kücük gözlü,kırmızı yüzlü,basık burunlu,yüzleri üst üste deri kaplı kalkanlar gibi değirmi ve etli olan Türklerle carpısmadıkca kıyamet kopmaz.kıl ayakkabı (carık) giyen bir kavimle carpısmadıkca kıyamet kopmaz.

(buhari,cihad;96; muslim,fiten:b.18 h.65;ebu davud,melahim;9)

Ebu davud un büreyde’den cıkardıgı rivayete gore de;”kucuk gozlu bir kavim (ravinin izahına gore yani turkler) sizinle savasacak.onları uc kez arap yarımadasına kadar kovalayacaksınız.birinci kovalamada onlardan kacanlar kurtulurlar.ikinci kovalamada onlardan bir kısmı kurtulur,bir kısmı ölür.üçüncü kovalamada hepsinin kökü kesilir.” (melahim:9,hadis:4305)

Simdi bu rivayetleri akıl suzgecinden gecirelim:peygamber,arkadaslarına hitap edip:”siz ,soyle soyle bir kavimle ,yani Türklerle…veya acıkca:”Türklerle savasacaksınız.boyle olmadan kıyamet kopmaz” diyor.bundan anlasılan mana:peygamberin arkadaslarının kendi hayatlarında Türklerle savasıp onları imha edecegi,sonra da kıyametin kopacagıdır.cunku hitap “siz savasacaksınız” seklindedir “siz” denilenler sahabilerdir.

Peki,Peygamber’in arkadasları Türklerle savatsılar mı ? hayır.

Peygamber ,eger kıyametin,kendi hayatından hemen sonra baslayacagına ınansaydı,ne kavmini irsada calısır,ne islamın yayılmasına gayret sarf ederdi.nasıl olsa bir kac yıl sonra kıyamet kopacaktı.Artık ne gerek vardı İslamı yaymaga?

Rivayetlerin sözleri de birbirinden farklı.Amr ibn tağlib’in ki daha kısa,ebu hureyre nin kide ilaveler var ve yine bunlar da aynı sahsın rivayeti olmasına karsın birbirinden farklı,eksiklik,fazlalık var.kiminde Türk adı geciyor,kiminde gecmiyor.İste bir baskası:

“siz,kıl ayakkabı giyen bir kavimle carpısmadıkca kıyamet kopmaz.yüzleri üst üste deri kaplı kalkanlar gibi genis,etli ve kıllı yüzlü bir kavimle carpısmadıkca kıyamet kopmaz.” A’rec in ,yine ebu hureyreden rivayeti ise:”Gözleri küçük,burunları basık,yüzleri deri kaplı kalkanlar gibi genis ve etli” ilavesi var (buhari,cihad:97; muslim,Fiten :b.18,h.64)

Bu rivayetin iki ravisi vardır:biri Amr ibn tağlib,digeri-ki cogunluk rivayeti bundan gelir.ebu hureyredir.bu sozu,ebu hureyre nin kendisinin yazmıs olduguna ihtimal vermiyoruz.onun azgına koymuslardır.nasıl ve neden koydular,onu biraz sonra anlatacagız.

Bu rivayetlerde,Peygamber,arkadaslarını,Türklerle savasmaya tevsik eder durumdadır.ama aynı peygamber’in :”habesliler size dokunmadıkca siz onlara dokunmayın.Türkler size dokunmadıkca siz onlara dokunayın;” dedigi de aktarılmıstır.bu hadis de ebu davud,sünen,k.el-melahim,b.8,h.4302;nesai,cihad,babu ğazveti’t-türk,h.3178 de mevcuttur.

Şimdi peygamber’in bir yandan arkadaslarını,Türklerle savasmaga yonlendirirken,bir yandan da onlara dokunulmamalarını emretmesi,boyle bir celiski icine düsmesi düsünüle bilir mi? Müslümanlara saldırmayan bir millete saldırmak,Kur’an ın buyruguna aykırıdır.cunku Kur’an:”sizinle savasanlara karsı Allah yolunda savasın,fakat saldırmayın.Allah,saldırganları sevmez” (bakara: 190 ) ayetiyle,tek yanlı saldırıyı men etmistir.

Aynı peygamber’in :İstanbul’un fatihi olan Türkleri cok güçlü anlatımla övdüğü de rivayet edilmektedir:”İstanbul elbette feth olunacaktır;onu fetheden kumandan,ne guzel kumandan,onu fetheden asker ne guzel askerdir! “ (ibn hanbel,müsned:4/335; el-müstedrek:4/476) süyuti bu hadisi sahih görmektedir. (feydu’l –kadir:5/262 )

Kasgarlı Mahmut da şöyle bir hadis nakl etmistir: “benim bir ordum var.ona Türk adını verdim.onları doğuya yerlestirdim.bir millete kızarsam,onları bu milletin basına salarım.” (divanu lugati’t Türk,Kilisli rifat nesri,matbaatu’l-amire,1333-1335,I.,293-294 )

İstanbul’u fethedecek ulusu öven,” onlar size dokunmadıkca siz onlara dokunmayın!” diyerek arkadaslarına,Türklerle barıs icinde yasamayı emreden Peygamber,tam bu soylediklerinin tersine ,kah vasıflarını belirterek,kah da acık isimlerini anarak Türklerle savasmayı,hatta onların kökünü kesmeyi emreder mi? Eger asırlar sonra olacak ğayb olaylarını bildiyse-ki Kur’an a göre ğaybi Allah’tan baksa kimse bilmez-Türkler,haçlı ordularına karsı göğüslerini siper etmese,yerlestirdigi dinden hic eser kalmayacagını bilmedi mi ki Türklerin aleyhine boyle sozler soyledi.

Devamı

Kaynak: Prof.Dr.SÜLEYMAN ATEŞ,gercek din bu 2 ;yeni ufuklar nesriyat s.201-213

Köleliği Getiren Din Değildir


T.Dursun,III. Kitabının 168.sayfasında Tevrat’tan bazı cümlelr vererek dinlere göre kölnin,sahibinin malı olduğunu,kölenin,öldüresiye dövülebileceğini;Kur’an’da da “kölelik” kurumunun var olduğunu iddia ediyor.

Şunu bilmek lazım ki köleliği getiren,din değildir.Toplumda güçlüler,zayıfları köleleştirmişler ve bu kurumu dünyaya yaygınlaştırmışlardır.Dinler de gelmiş,tüm dünyaya yaygın olan bu uygulamayı kaldırma imkanı bulamamıştır.Tevrat’tan aldığı alıntılar,İsrailoğullarının ileride egemen olacağını belirterek Yahudilere umut ve moral vermek amacını taşır.Yoksa dünyada olmayan bir şeyi ilk defa dünyaya getirmez.

İslama gelince,Kur’an,insanlık bakımından köle ile efendi arasında ayırım yapmaz.Kur’an değer ölçüsü olarak köleliği,efendiliği değil,takvayı esas almıştır: “Sizin en değerli olanınız,en çok korunanızdır.” (Hucurat:13)

Kur’an-ı Kerim,inançlı bir köleyi,inançsız bir özgür ve zenginden üstün görmektedir: “Allah’a ortak koşan kadın,hoşunuza gitse dahi,inanan bir cariye,ortak koşan özgür bir kadından iyidir.Ortak koşan erkekler de inanıncaya kadar,onları(kadınlarınızla) evlendirmeyin.(özgür bir erkek) hoşunuza gitse dahi,inanan bir köle,ortak koşan bir adamdan iyidir…”(Bakara:221)

Eğer ilahi kitaplar ve özellikle Kur’an,köleliğin,zayıfların yanında olmasaydı,ilk önce Peygamber’in çevresinde köleler ve zayıflar toplanmazdı.Peygamber’in çevresinde bu zayıf insanların toplanmasından dolayıdır ki zengin insanlar,onlarla aynı mecliste bulunmak istememiş,Peygamber’e ,yanına gelip kendisiyle konuşmaları için o zavallı kimseleri yanından kovmasını önermişlerdi.İşte bu münasebetle şu ayet inmişti:

“Sabah akşam rablerinin rızasını isteyerek,O’na yalvaranları kovma.Onların hesabından sana bir sorumluluk,senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki,onları kovupta zalimlerden olasın!” (En’am:52)

Yalnız Hz.Peygamber’in değil,diğer peygamberlerinde çevresinde ilk önce yoksullar,köleler,yani ezilen kesim toplanmıştır.Kur’an,bu hususu,Hud Peygamberin kıssasında sembolize eder:

“Hud kavminin ileri gelen inkarcı grubu dedi ki: “Biz,seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana,bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz.” (Hud:27)

“YOKSUL A’MA İÇİN PEYGAMBER’İN UYARILMASI”

Hz.Muhammed,kureyş liderlerinden biriyle konuşurken,kör ve yoksul Abdullah geldi.Söze karışarak,Peygamber’den,kendisine Kur’an okumasını istedi.Kendi yanlarında yoksulların bulunmasından,bu liderlerin hoşlanmadığını bilen Peygamber,Abdullah’ın söze karışmasından rahatsız oldu ve suratını astı.Abdullah’ın söze karışmasına canı sıkılan zengin adam da kalkıp gitti.

İşte bu münasebetle inen aşağıdaki ayetler,Peygamber’in davranışını eleştimekte,yoksulu onore etmektedir:

“Surat astı ve dödü: Kör geldi,diye.Ne bilirsin,belki o arınacak?Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak? Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince;sen ona yöneliyorsun.Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen,saygı duyarak gelmişken,sen onunla ilgilenmiyorsun.Hayır,o ayetler bir hatırlamadır.Dileyen onu düşünüp öğüt alır!” (Abese:1-12)

“NEDEN KÖLELİK KALDIRILMADI?”

Yukarıda ki ayetler,dinin,yoksulun,zavallının yanından olduğunu ortaya koymaktadır.

Peki öyle ise Kur’an,neden köleliği tamamen kaldırmadı?

Dediğimiz gibi binbeşyüz yıl önceki dünyada bunu birden bire yapmak imkansız idi.Çünkü insanları bazı alışkanlıklarından ayırmak mümkündür ama büyük çıkarlarından ayırmak çok güçtür.Kölelik,dünyaya yerleşmişti ve hali vakti yerinde olanların köleleri vardı.Bunları elinden birdenbire kölelerini almak,yeni dine direnmelerine neden olurdu.

Ayrıca Müslümanlar,varlıklarını sürdürebilmek için savaşmak zorunda idiler.Düşman kendilerinden aldığı tutsakları köle yaparken,Müslümanlar onlardan aldıkları tutsakları serbest bıraksalardı,bu durum,düşmanın saldırı cesaretini kamçılardı.

Ve benzeri bir çok nedenle kölelik tümden kaldırılmamıştır ama,kaldırılması yolunda ileri adımlar atılmıştır:

1- Önce birer mal sayılan bu insanlar,mallıktan insanlık düzeyine çıkarılmış ve ruhsal değer bakımından efendileriyle eşit yapılmıştır.

2- Efendiler,kölelerini öldüresiye dövme hakkına sahip iken İslam bunu yasaklamış,kölelere,hizmetçilere iyi bakılmasını öğütlemiştir.

3- Eskiden köle öldüren özgür insan öldürülmezken,İslam bu konuda insanlar arasında ayırım yapmamış,köle öldürene de kısas hükmü vermiştir.

4- Özgürlüğünü kazanmak isteyen kölelere bu imkanın verilmesi emredilmiştir: “Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariye )lerden,mükatebe(özgürlük antlaşması) yapmak isteyenlere –eğer kendilerinde hayır (borcunu ödeyecek mal) olduğunu bilirseniz-mükatebe yapın ve Allah’ın size verdiği malından onlara da verin!...” (Nur:33)

Mükatebe,belli bir para karşılığında efendisinden özgürlüğünü satın alma akdidir.Köle,efendisinden böyle bir istekde bulunursa,ayetin hükmüne göre efendisi buna razı olmak zorundadır.Hz. Ömer’in özgürlüğünü satın almak isteyen kölesine bu fırsatı tanımak istemeyen Enes’i sopalaması: “Onlarda bir hayır bilirseniz (yani onlar söz verdikleri parayı sağlayacak durumda iseler )onlarla mükatebe ediniz!” ayetinin zorunluluk bildirdiği kanısında olduğunu gösterir (Mefatihu’l-ğayb:23/217)

5- Kur’an-ı Kerim,mevcut kölelerin özgürlüğüne kavuşturulmasını ibadet saymış ve bazı günahların bağışlanması için de önce köle azadını(özgürlüğe kavuşturmayı) şart koymuştur.

a-)Ettiği yeminden dönmek isteyen,eğer imkanı varsa köleyi özgürlüğe kavuşturacaktır (maide:89)

b-)Eskiden bir çeşit boşama sayılan zıhar uygulamasını kaldıran Kur’an,böyle bir şey yapanın da köle azad etmesini gerekli görmüştür.(Mücadele:3)

c-) Hata ile adam öldüren de,bunun sorumluluğundan kurtulmak için köle azad edecektir (Nisa:92)

6-) Kur’an,özgürlüğünü kazanmak isteyen kölelere bir yardım fonu da oluşturmuştur.Zekat verilecek sekiz sınıftan biri de özgürlüğünü kazanmak isteyen kölelerdir (Tevbe:60)

7-)Kur’an-ı Kerim,insanlığa,köleliği,aşılması gereken bir geçit olarak göstermiş ve bu geçiti geçemeyen,yani köleliği kaldırmayan insanları,çok önemli bir görevi yapmamakla kusurlu görmüştür.Peygamberliğin başlangıç yıllarında inen sürelerden Beled süresinde şöyle buyrulur:

“Fakat o,sarp yokuşa atılmadı.Sarp yokuşun ne olduğunu sen nerden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek,yahut hiçbir şeyi olmayan zavallıy.” (Beled:11-16)

Bu ayetlerde,sarp yokuşlu tepeyi oluşturan güzel huylar sayılıyor.Bunlar:Bir boynu kölelik zincirinden çözmek,yani bir köleyi özgürlüğe kavuşturmak;açlık,kıtlık zamanlarında akraba olan yetime,yada yoksulluktan perişan insana yemek yedirmektir.

Bir çöl Arabı,Peygamber’e: “ Bana,yaptığım zaman kurtuluşa ereceğim bir iş söyle” demiş.Peygamber: “ Bir boynu çöz,bir canı özgürlüğe kavuştur!” diye yanıt vermiş.Adam: “Bu ikisi aynı şey değil mi?” diye sormuş.Allah’ın elçisi: “ Hayır,canı özgürlüğe kavuşturman,yalnız o kimseyi serbest bırakmandır.Boynu çözmen ise,onun,özgürlüğe kavuşması için para yardımında bulunmandır.” Buyurmuş. (et-Teshil:4/201)

Köleliğin iki kaynağı vardır: 1-) Savaş tutsaklığı, 2-) Satın alma.

Aslında köle olmayan kimse satılmaz.Bundan dolayı köleliğin tek kaynağı kalmaktadır ki o da savaş tutsaklığıdır.Savaşta alınan tutsakların köle yapılıp yapılmaması,o zaman için kumandanın takdirine bırakılmıştır.Kur’an’ın gösterdiği hedefe bakılsaydı,kısa zaman sonra köleliğin kaldırılması gerekirdi.Ama maalesef Müslümanlar bunu yapmamışlar,böylece Kur’an’ın gerisinde kalmışlardır.Bu bir eksiklik olsa da kabahat haşa dinin temelinde değil,uygulamadadır.

Kur’an’ın yanında Peygamberimiz de ,sözleriyle,insanları,mevcut köleleri özgürlüğe kavuşturmaya teşvik etmiş,diğer yandan da Allah’ın hür doğan bir insanı köle yapan kimseye,ahrette hasım olacağını söylemiştir ki bu hadisin ruhu uygulansaydı,mevcut köleler dışında artık bir daha insanlar köle yapılmayacak ve kölelik,kendiliğinden ortadan kalkacaktı.

Kutsal Hadis olarak gelen Hadisin anlamı şöyledir:

Ebu hüreyre (ra), Peygamber (sav) ‘in şöyle dediğini rivayet etti:

“Allah buyurdu ki: “Ben,kıyamet gününde üç kişinin hasmı(davacısı)yım.Benim adıma sözünü tutmayan;hür bir insanı satıp parasını yiyen ve çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen” (Buhari,Buyü’:106,İcare:10; İbn Mace,Rühun:4;İbn Hanbel,Müsned:2/358)

İnsanlar annelerinden hür doğarlar.Bu toprak,hava ve su tüm insanların,hatta tüm canlıların malıdır.Kendi yaşamına zarar verilmedikçe,saldırılmadıkça hiç kimse bir başkasının yaşama hakkını elinden alamaz.Hiç kimse,anasından özgür doğan insanı köle yapamaz.

Kaynak: Prof.Dr.SÜLEYMAN ATEŞ,gerçek din bu 2,yeni ufuklar neşriyat s.229-234

Turan Dursundan Zerdüştlük Saçmalığı



Bilindigi gibi turan dursun islamiyetin Zerdüştlükten alındığını iddia ediyor.iste iddiası:

Bu kitap çok önemli. Çünkü, Yahudiliğin de, Hıristiyanlığın da, İslam'ın da "amentü"sünün, yani temel inanç kurallarının ve kimi "Şeriat" kurallarının bu kitaptan alınma olduğu, açık seçik görülmekte: "Tanrı ordular'nı oluşturan "melekler", bu kitapta. Kral Şeytan İblis'in ordular'nı oluşturan "cinler" ve benzerleri bu kitapta. Ölümden sonraki yaşam, "cennet" ve "cehennem" inancı bu kitapta. Dinsel "pislik"ler, "pislenmeler nelerdir ve dinsel "temizlenme"ler nasıl olur; bu kitapta.374

Peki nedir bu zerdüstluk yani Mecusilik gelin birlikte inceleyelim.Dilciler “Mecus” kelimesinin kökü meselesinde ayrı fikirler öne sürmüşlerdir.Kelimenin kökü eski Farscadır.Daha sonra bir cok dillere ve bu arada Arapcaya geçmistir. (Akkad,Abu al-Anbiya,s.113) Mecus kelimesi Kur’an da sadece bir yerde geçmektedir.Kur’an,bu kelimenin bir dinin adı olduğuna işaret etmiş.

(hac,1,zemahseri,kessaf,cIII ,s.117) dinlerinin ne oldğunu acıklamamıstır.

İran’da müteaddit dinler doğmus olmakla beraber,en eski ibadetin ateşe tapmak olduğu anlaşılmaktadır.Ateşi,güneş ile ay gibi en parlak yıldızların mümessili kabul ederek ona tapmışlardır.Zamanla eski dinlerinin kaynaşmasından tanrıların ustunde iki tanrı kabul edilmisti. (hana al-Fahuri ve Halil al’cer,Tarih al-felsefe al-arabiyye,c.I ,s.23,Beyrut,1957.Muhammed gallab,el-felsefe aş-şarkiyye,s.182,184,Mısır,1538 ) bunlardan biri olan Mazda diğer tanrılar arasında temayüz etmis,hikmet ve akıl sahibi bir tanrı olmustur.Bunun yanında kuvveti temsil eden Ahura da aynı şekilde temayüz etmistir.bu ikisi birleşerek kudretli,akıllı ve hikmet sahibi tek tanrı Ahura Mazda’yı meydana getirdi.Pek eski Midya’lı bir kabile olan Mecusiler de ateşe tapmakta iken sonraları bu tanrıyı kabul ettiler.(H.Fahuri,Tarih al-Felsefe,c,I S.123. Masson oursel,al-felsefe fi aş-şark,Muhammed Yusuf musa terc.,s.94,Mısır,1945,Encyc.religion,Vol.VIII, p.243 ) Fakat onun karşısına kainattaki kötü şeyleri yaratan tanrı olan Ahriman’ı koydular.Cunku Ahura Mazda hikmet ve akıl sahibi olduğundan o ancak dinin kaynağı olabilirdi.Böylece ilk zamanlardan beri iki tanrıcılık fikri ortaya cıktı. (Ahmed Rıfat,Lugat Tarihiyye ve Cografiyye,c.I , s.319,İst.,1300 )

Ahura mazda’nın peygamberi olarak ileri sürülen Zerdüşt’ün (a) de bu ikilik fikrinden kurtulmadığı görülmektedir.Fakat sonunda Ahura Mazda’nın Ahriman’ı mağlup edeceğini kabul etmekte ve Ahura Mazda’ya o şekilde sıfatlar vermektedir ki,böylece onun bütün kainatın tanrısı ve yaratıcısı olduğunu ortaya koyarak tanrılık mefhumunu mahalli ve kabile tanrısı anlayısından çıkartmakta ve ona cihanşümul bir anlam vererek bütün kainatın tanrısı yapmaktadır (b)

a-) Zerdüstün M.ö. IV.asırdan önce tevhid dinini İranda yaratmağa calısan bir kimse olduğu iddia edilmektedir.Dini Allah’ a tapmak, şeytanı inkar etmek,iyiliği buyurmak,kötülükten sakındırmak,fenalıklardan kaçındırmaktır.Aydınlık ile karanlık ,zıt iki asıldır.Yezdan ve Ahriman da böyledir.Onlar kainatın varlığının dayandığı iki prensiptir.Allah aydınlığı ve karanlığı yarattı.onları yaratan tektir.Ortağı,benzeri,zıttı yoktur.Zerdüst,din tarihinde o zamana kadar hakim olan tasavvurlara son derece önemli bir unsur katmıstır.Bu,dünyanın muayyen bir bir nihayeti olması ,bir nevi kıyametin kopmasıdır.Ezelden beri dünyaya hükmetmek icin gece gündüz savasan iyi prensip Ahura Mazda ile kötü prensip Ahriman arasındaki gerginlik dünyanın sonuna kadar devam edecektir.Dünyanın sonu Ahura Mazda’nın saltanat kuracağı gün olacaktır.zerdüşt bu tanrının mübelliğidir.bu hususta ( bkz. Muhammed Gallab,al-felsefe aş-Şarkiyye,s.193,Şehristani,al-Milel,c.II ,s.68-69.Ahmed b.ebi Yakup b.cafer al-Anbari,Tarih al-yakabi,c.I ,s.143,Necef ,1358.Ahmed Rıfat,lugat,Tarihiyye ve cografiyye,c.I,s.319.Masson,al-felsefe fi aş-sark,s.96. Ord.Prof.hilmi ziya ülken,İslam düşüncesine Giriş,c.I,s.7,9,A.schimel ,Dinler Tarihi,s.66,67,196,Ankara,1956 )

b-) Muhammed Gallab,al-felsefe aş-Şarkiyye,s.188,190,191,Hana al-fahuri,Tarih al-felsefe al-Arabiyye,c.I,s.24.Masson,al-felsefi fi aş-sark,s.96 )

Manilik dini de aynı şekilde kainatın iyi ve kotü diye iki prensibe dayandığı kabul etmisti.Kainattaki iyilikler Ahura Mazda’dan kötülükler de onunla savasan ezeli bir kaynak Ahriman’dan neşet etmektedir.İyilik ve kötülük prensipleri ezeli ve edebi olmakta ve her sedye birbirlerine eşittirler.İran dusuncesıne hakim olan kainattaki iyi ve kötü,aydınlık ve karanlık gibi ,bu ikilik fikri dinlerine de tesir etmis ve gördüğümüz İran dinlerinde tevhide doğru bazı çabaların neticesiz kalmasına sebep olmus,sonuc olarak dinleri bu ikilik prensibinden kurtulamamıstır.Buna gore Mecusiligi kainattaki ikilik kabul eden eski İran dinlerinin umumi bir adı olarak kabul etmek gerekir.

Hicazlıların tüccar olması ve komsulukları onları İranlılarla temas etmesini ve ticaret eşyası olarak kölelerin alınıp,satılması esnasında birbirlerinin dinlerinden haberdar olmalarını gerçeklestirdi.Hicazlılar Irak’a gidip gelmekle Mecusilerin tesirinde kalmışlardı.Hicazlıların ileri gelenlerinden bazılarının Mecusi oldugu nakl edilmistir.Arap yarımadasında Mecusilerin en cok bulundukları yerler Yemen,Bahreyn ve Umman’dır.

Kureys icinde aydınlık ve karanlığa tapanların bulundugunu,onu Hire’den aldıklarını,bu inanç sahiplerine “ seneviye” dendigini ve kureys’ten olanlarına Zındık adı verildigini goruyoruz

(kureys Mecusileri sunlardır: Ebu sufyan b.harb,ubey b.halef,Nadr b.haris.Haccac sehmi’nin iki oğlu Munebbih ile nebih ,As b.vail,Velid b.mugire.Mecusluk Temim kabilesine de gecmisti)

Müslümanlar ,Mecusileri kitap ehli saymadıklarından onlardan cizye almıyorlardı.Hz.Ömr,abdurrahman b.avf’ ın Hz.peygamber’in Hicr Mecusilerinden cizye aldığını rivayet etmesine kadar ,onlarda cizye almamıstır.

Kaynak: Kur’an ın red ettiği dinler HUSEYİN ATAY ,atay ve atay yayınları.

Simdi bu bilgilere gore dursun a cevap verelim.islam dininde kac tanrı var.CEVAP: 1 peki Mecusilikte kac tanrı var.CEVAP: ahura Mazda ve ahrıman (yani iki )

"Yersel" olanlarsa Zerdüşt'ün yönetimindedirler. "Güneş"e, "Ay"a, "yıldız'lara, "hava"ya, "ateş"e ve "su"ya ilişkin işlerle ilgilenirler. Aslında "Güneş", Kral Tanrı Ahura Mazda"yı simgeler. Ötekiler, bundan sonra gelirler.379

Dursun bunları diyor.ama İslam dininde bunların olmadıgını sezemıyor.ahura mazdayla ahriman ın hep carpısacagını soyluyoruz.ama dursun İslam dininde tek tanrı ınancında.Allah ın yer ve goklerı tek basına yarattıgını gormuyor.

Zerdüst bir peygamber felan degildir.kendi kendini peygamber yapmıs ıkı tanrıcılık kısılıgıne sahip biridir.mecusilikte soyledıgımız gibi tevhid inancı soz konusu olsa bile bu tevhid inancı bu tanrıların yaptıklarından dolayı bızım tevhidimizle yakından uzaktan iliksisi olmayan bir konsept durumuna gelmistir.bu yuzden Mecusilikte onemli olan tanrıların ne yaptıklarıdır.gok tanrısı yer tanrısı .hatta sabilikteki gibi bir yaratıcıya inanılması ancak ona ulasamayacagını hisseden ınsanların yıldızları tanrılastırması gibi olaylar goz onune carpmaktadır.

Müslümanlar ,Mecusileri kitap ehli saymadıklarından onlardan cizye almıyorlardı

(bu cumle de mecusiligin kıtap ehli olmadıgı gozler onune serılmektedir.kureys Mecusilerin icinde ebu sufyanda peygamberın can dusmanlarından bırısı oldugu kesin degil midir.bunlar cahiliye devrinde Mecusluk yaptıklarına gore.kendı tanrılarını (undan yaptıkları) alcıklarından dolayı yememıslermıdır.

"Melekler" içinde, görevleri yalnızca "koruyuculuk" olanlar ("hafaza") da vardır. Çeşitli "işlev"ler üstlenmiş, "grup grup" melekler.380

Nitelikleri, görevleri ne olursa olsun, tüm "melek"ler, Kral tanrı'nın "ordular"ında "savaşçı" olarak bulunurlar ve Kral Şeytan Ehrimen'in "ordular"ıyla "savaşırlar".

Dursun bunları soyluyor.islamiyette boyle bir seyın oldugunu mu sanıyor.onlar hem o zamanda oyle zannedıyorlardı.kesın bir olayı gozle goren varmıydı acaba dıye sormak lazım dursuna.

Daha sonraki bölümler "soru"lu, "yanıt"lı. Zerdüşt sorar; Hürmüz, yani Ahura Mazda karşılık verir.

İkinci bölümde, "iyilik"çi ve "adalet"çi bir mitolojik hükümdar olan Yima Khshaetra 389 dönemindeki "gelişme"ler anlatılmakta. Şöyle başlanmakta:

Zerdüşt, Hürmüz'e sordu:

"Hürmüz! Ey çok yararlı ruh! Ey tüm gövdeler dünyasını yaratan. Ey kutsal! Ben Zerdüşt'ten önce, sen Hürmüz'ün konuştuğu ilk insan kimdir? Kimdir o ki, sen ona Hürmüz dinini, Zerdüşt dinini öğrettin."

Ahura Mazda kim belli degil.bir put.ve putla konusan bir insan.islamiyette put ne demek bir pislik.butun putları kabeden kaldıran kim? Hz.muhammed.

Muhammed de, "ilk vahiy" sırasında, "vahiy meleği"ne buna benzer karşılık verdiğini bildirir. "Hadis"te, kendisine "oku!" dendiği ve kendisinin "okur değilim, okuyamam!" biçiminde karşılık verdiği anlatılır.391 Bu anımsandığında Muhammed'in "ilk vahiy" numarasının kaynaklarından biri beliriyor.

Hz. Peygamber bir putla konusmadı vahiy meleginle konustu.kendi kendine kitap yazmadı .kitap Allah tarafından gonderıldi.

"Ahura Mazda": Anlamında "gök" anlamını bulanlar var.406 Clement Muart ise, "Ahura Mazda"mn, "Güneş Tanrısı "nın ta kendisi olduğunu yazar.407

Kendiside soyluyor ki bir gunes tanrısı.islamiyette ise gunesi yaratan bir tek alemlerin Rabbidir.

"Saoka": Hürmüz'ün öğüdüyle, Zerdüşt, "Saoka"ya da sığınır. "Saoka"' "Güneş Tanrısı" Mithra'nın bir elçisi olarak ve "iyilikler için "gökten inen" bir iyicil melektir (iyicil cin).421

Dursun peygamberi hic tanımamıs.en kotu anında bile bir melege mi sıgınmıs bir sormak lazım.yoksa Allah a mı ?

Ve safsata surup gidiyor.mecusilik bir ilahi din felan degildir.uydurulmus bir tanrıcılık dinidir.ve putsal bir kavramdır.bir insanın bir puta tapması ve sadece onu evrenın yarattıgını ıddıa etmesi.cahilliye devrınde de mevcuttu.bu yuzden dursun.su soylemis bu soylemislerle ugrascagına kuranı otursunda adam akıllı okusaydı yada İslamiyet ilmini en azından bir peygamber yasamını ogrenseydi.bunları aklına bile getirmezdi.

Le-Musiune

LE MUSİUNE –zariyat(51)-47 ;Genişletmek....mus kelimesi takat anlamında ki “vüs” kelimesinden türemiştir.

Arapça da genişletmek,yaymak,yükseltmek manasındadır (arap dili ve edebiyatı)

Şimdi bu kelime 2 teşekkülden mana ihtiva eder.birincisi; genişletmek…./musiun

İkincisi ise; esmaul Hüsna da ki Allahın sıfatlarından ; rızık veren …/el-musiune

Geniş kudret manası ….eyd ‘dir..ancak ayette

Vessemae benayneha bieydin ve inne le musiune …./zariyat 47

Vessemae =”göğü” benayneha=”bina ettik” bieydin=”kuvvet-kudret” ve inne=”gerçekten biz”

Le musiune=”elbette genişletenler”

Buradan da görüleceğü gibi eyd kelimesi göğü kudretle bina ettik anlamında varken; bir de le musiune olarak genişleten var.buradaki arapça sıralama ve arap dilinde son eylem faktörü sonda yer alırken,eyd kelimesinin sonda olması imkansızdır.bu halde eyd kelimesi zaten musiune kelimesinle yakından uzaktan alakası olmamaktadır.o halde musiun/ kökü genişlemek manasını ihtiva eder.

Yani bazı tefsirlerde yer alan…geniş kudret /eyd kökü musiune kelimesiyle bağdaşamaz.ve anlamında ki kök oluşumunda da yer almaz…o halde eyd ve musi kelimelerie ayrı bir kökün ayrı manalarını telaffuz etmektedir…

Bu konuda tefsirler genişletmek sözünü geçirmektedirler…ve size itiraz edemeyeceğiniz 1.kaynak ve diğerleri;

Kaynaklar:

1- Ebussuud tefsiri (şeyhülislam Ebussuud Efendi) Kuran-ı Kerimin meziyetlerini akli selime açıklanması C.11 syf.5362

2- Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri-İbni Kesir-Çağrı yayınları c.13 syf.7495

3- El-Esas Fi’t –Tefsir-Said Havva-Şamil Yayınevi c.14,syf.149

4- Fahruddin Er-Razi-Tefsir-i Kebir Mefatihu’l-Ğayb-Huzur yayınevi c20 syf.386-387

5- Musiune;İslami terimler Sözlüğü-Hasan Akay syf.374

6- Dini Kavramlar Sözlüğü-Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları syf.474

7- Tefsir-i Kebir-Mukatil bin Süleyman-İşaret Yayınları-c4 syf.97

8- Kuran-ı Kerim şifa tefsiri-Mahmut Toptaş-Cantaş Yayınları c7 syf.241

9- Muhtasar Ruhü’l Beyan Tefsiri-İsmail Hakkı Bursevi-Damla Yayınevi c8-syf.279

10- İbn Cerir et-Taberi/taberi tefsiri-c15.syf.395

11- Beyanu’l –Hak (Kuran-ı Kerimin Nüzul sırasına göre tefsiri) Prof.Dr.M.Zeki Duman c2 Fecr Yayınları syf.274

12- Prof.Dr.Süleyman Ateş-Kuran-ı Kerim Tefsiri-Yeni Ufuklar Neşriyat c3.syf.1609-1610


İlhan Arselin Kuranda Argo Uydurması

Şimdi bu yazımızda,çok çok saygıdeğer ilhan arsel bozuk düşüncelisine,cevap vermeyi istiyoruz.değerli ilhan arsel,bozuk düşüncelerini yazılarında birbir açıklayarak,düşünemediğini ve benim düşünecek bir yapıda insan olmadığımı yazılarımdan görün diye bas bas bağırmaktadır.şimdi alıcılarınızı açın ve yazımızı pür dikkat anlayarak okumaya çalışın.

İlhan arsel yazısına başlarken şöyle başlıyor:

Kur'ân'in hemen her satiri, Tanri'nin kendi kendini yüceltmesiyle, “kul” olarak yarattigi insanlara kendi büyüklügü'nü ve güçlülügü'nü kabul ettirmek istemesiyle, onlari yerlere kapanarak kendisine taptirmaga çalismasiyle, ve fakat bu istek ve gayretlerine karsi dikilenlere küfür'ler ve hakâret'ler yagdirmasiyle doludur. “Yüce'ligini” ve “güçlülügü'nü” kabul etmeyenlere, buyruklarina karsi direnenlere, ve “elçi” olarak seçtigini söyledigi Muhammed'e bas egmeyenlere karsi Tanri'nin, hiçte kendisinden beklenmeyen bir dil ile konustugu, ve örnegin “yabani esek'ler”, “merkep'ler”, “susamis deve'ler”, “dilini sarkitip soluyan köpek'ler”, “geberesiciler”, “rezil'ler”, “sapik kisi'ler”, “beyinsiz'ler”, “kof kütük'ler”, “alçak zorba'lar”, “soysuz'lar”, “Kahrolasi'lar”, “yalancilar” vs... seklinde sözler sarfettigi görülür. Verilecek nice örnekten biri olarak Vâkia sûresi'ndeki su satirlari okuyalim: “Sonra siz ey sapiklar, yalancilar; elbette bir agaçtan, zakkum agacindan yiyeceksiniz... üstüne de kaynar sudan içeceksiniz; susamis develerin suya saldirisi gibi içeceksiniz; iste cezâ gününde onlara sunulacak ziyafet budur...” (K. 56, Vâkia sûresi, âyet 51-56). Burada geçen “susamis develer” deyimi Arapça aslindaki “hüyam illetine tutulmus deve” karsiligi olup, deve'nin hiç doymacasina su içmesini, yâni ne kadar içerse içsin suya kanmaz olusunu anlatmakta! Ve iste yukardaki âyet'le Tanri, “siz ey sapiklar, yalancilar” diye hitap ederken, hitap ettigi insanlara: “zakkum agacindan, kaynar sudan içeceksiniz, tipki hüyam illetine tutulmus ve su içmeye doyamayan develer gibi...” demektedir.

Şimdi ayetlerimizi yazalım ve ne diyor muş ayetlerimiz bir bakalım:

50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.

(vakia süresi 50-56.ayetler)

Gelen bir güne karşı dünya hayatında yapılan değerler bütününe ne yaptıklarını anlatan bir surenin ufacık bir ayetleri bunlar.saygı değer ilhan arsel kafasına göre yorumluyacak ya,dusunmeden etmeden sallama tevili seçmektedir.bakın 50.ayeti iyi okuyun..Kıyamet günü gelmiş çatmış,yani Allaha göre vaad olmuş bir gerçekten bahsediyoruz.bu gerçeği yalanlayanlar dan bahsediyor.kıyamet gününü görmüşmü de bu ilhan arsel bozuk kafalısı,bu yorumları getiriyor kendi kafasına göre...kuranda vaad olunan gün daha gelmedi.eğer gelirse,sen dahil bu güne inanmayıp,kendi nefsani arzularını dinleyenler,bugünü yalanlamış sayılırlar,ve o gün geldiğinde ise;zakkum ağacından yiyeceksiniz diye,vaad olunmuş bir gerçekten bahsediliyor.kendi kafası kıyamet gününü almadığı için,kendi sınırlı beyniyle yorum yapmaktadır bu saygı değer masalcımız…Vaad olunan bir gerçeği,vaad olunan bir yalan olduğunu ispat etsin bakalım bu eleştirmen.Madem bir şeyi eleştiriyorsun,düşünmeden eleştirmeyeceksin.yoksa zokayı fena yutarsın.kıyamet günü kuranda vaad olunan bir gerçek,haydi buyur vaad olunmuş bir yalan olduğunu ispatla ki,ey yalancılar kelimesi insanlara hitap edilmiş bir hakaretten ibaret olsun.eğer ki ispatlayamıyorsan,o zaman şu gerçeği göremiyorsun demektir.bak saygı değer masalcı ilhan arsel,bir gerçek var,o gerçek bir gün mutlaka kurana göre gerçekleşecek,bunu ne sen yalan oldugunu ispatlaya bilirsin,ne de feriştahın.o halde insanlar tarafından ispat edilemeyecek bir gerçeğe kesinlikle yalan demek imkansızdır.o halde kuran insanlara ölünce bir yaşam vaad ediyor.kurana saygı duymaktan başka hiçbir çaren yok.çünkü yalan olduğunu ispatlayamıyorsun.o halde kurani vaade göre,vaadi göremeyenlere,vaade inanmayanlara,vaadi yalanlayanlara,yalancı demektedir.Bunda da çok özgürdür.kuran sana öldükten sonra,enfes bir yaşam vaad ediyor,ama diyor ki.bu dünya da bazı nefsani duygularınızı yeneceksiniz.bunları yenemezseniz,sonucuna katlanırsınız.o halde günlük dilde de bu böyle kullanılır zaten,gerçekleri kabul etmeyip,ileriki yaşamını red eden,ve bugunünü yasayıp,bugun her istediğim olsun diyen insanlara,terminoloji manasıyla,nefisçi,hedonist,zevkperest,sapık,pislik, nefsine hakim olamayan gibi manalar kullanılır.Hangisini kullanırsan kullan,ve buna parelel olarak,bugünüm bugünümdür ileriki yaşamdan bana ne ,yalan şeylerle uğraşamam diyen bir insanda,namkördür,sapıktır ve pisliktir,necistir.Bunun başka tarifi olamaz saygı değer ilhan arsel,örneğin kötü bir örnek olacak ama; kendi nefsani duygularını isteyen ve adaplı,ahlaklı,utanma duygusunu red eden bir insan,yolda geçen her kıza laf atmaktadır,buyur bakalım ilhan arsel nedir bu adamın özelliği.yada şöyle bir örnek verebiliriz,bir arkadaşı o kadınlarla birlikte olma,yoksa hastalık kapıp,frengi olursun diyor.arkadas,sana ne be? Ne olursam olurum.ne frengisi saçamalama deyip,dinlemiyorsa.ve sonunda gerçekten frengi oluyorsa,buna ne denir bay ilhan arsel,nefisçi,sapık denmez mi?yalanlayan denmez mi? Arkadaş gerçekleri göstermiş ona,ama dinlettirememiş.sonunda demiş ki bak beni dinlemedin,dediklerimi yalanladın,ne oldu sonun,çek şimdi cezanı diyemez mi?Elbette der.Bunda da çok özgürdür.saygıdan bihaber insanlar,cahiliye döneminde kadına kıza saldırmıyorlar mıydı? Sen söyle,ne denir bu tiplere,ve Allah ın ayetleri geldigi anda bile,zinayı haram kılan ayetleri yalanlayanlara ne denir istersen sen kendin karar ver bay bozuk kafalı ilhan arsel.bir yorum yapıyorsun.bomboş bir zaman harcayıştan başka bir şey değil.

Kuran her türlü argo kelimeyi,yalanlayıcılara,edep ve arkandan nasibini almamıs,ve gerçekleri vaad olunan gerçekleri kabul etmeyenlere karşı kullanmaktadır.sen şimdi ayetlere masal diyorsun.ve ölmeyeceğini mi zannediyorsun.yada kıyamet gününe yalan diyorsun.ama ispat edemiyorsun.kesin bir ispat mı oluyor şimdi senin bu cumlen.yada senin kendi sahsi fikrin mi ? gerçekleri kabul etmeyenlere verilen tanımla yukarida ki sahsi yazında ki siyah yazılardadır.anlata bildik mi değerli ilhan arsel,kuranı yalanlıyorsun..ama vaad olunan kıyamet gununun yalan oldugunu ispatlayamıyorsun.tipik bir evrimcisin sende işte,o kalın kafalarınız almıyor bu gerçekleri.

İlhan arsel yazısının devamında ispatlanamayan gerçekleri haykırıyor;

Neden onlara böyle demektedir bilir misiniz? Sirf kendisini “Yaratan” olarak kabul etmiyorlar, ve daha dogrusu kendilerinin Tanri tarafindan yaratildiklarini kabul etmiyorlar diye! Nitekim âyet'in devami söyle: “... Sizi Biz yarattik, tasdik etmeniz gerekmez mi? Söyleyin öyleyse (rahimlere) döktügünüz meni nedir? Onu siz mi yaratiyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?” (K. Vâkia sûresi, âyet: 57-59). Görülüyor ki Tanri, kendisini “Yaratan” olarak kabul etmeyen, örnegin: “Evet bizi sen yarattin, sen yüce'sin” seklinde sükretmeyenlere karsi “susamis deve'ler” diye küfür ve hakâret etmekte! Pek güzel ama “Yüce” oldugu söylenen bir Tanri'nin kullanacagi dil midir bu? Öte yandan Kur'ân'in bu âyet'lerine bakarak, basta Charles Darvin olmak üzere, evrenin ve her seyin “Yaratilis” kurami'na göre degil fakat “Evrim” kurami'na göre olustugunu bilimsel yollarla ortaya vuran bilim adamlarini “susamis develer” olarak tanimlamamiz dogru olur mu?

Hayır kardeşim hakaret etmiyor,kendi kendinize bu yaftayı siz kendiniz yapıştırıyorsunuz.susamış develer misali de,o vaad olunan cehenneme toplanacağınız gün,aynen develer gibi su içeceksiniz demektedir.bu hakaret değil.bu o zaman ki insanların eylemidir.bugün cok susadıgımızda,kana kana su içmiyor muyuz? Ve bazı arkadaşlarımız,çeşmeyi kuruttun demiyorlar mı? Bu hakaret olmuyor mu? Ama saygı değer ilhan arsel kardeşimiz,kuran düşmanlığını bu kadar ahmakca kullanabiliyor.cehennem kuranın vaadi olduguna göre,orada olacak bir şeyi de ,dunyada bize hakaret ediyor manasına getirmek herhalde bir tek sana nasip olur.peki ilhan arsel kardeşimiz,Allah niye o zaman dünya hayatında hakaret ediyor bize de,niye o zaman yiyin için eğlenin,yakında bileceksiniz gibi hicr suresine ayet koyuyor.o zaman oturup dusuneceksin kardesım.kendi kafandan yorum yapmayacaksın.Tanrı nın kullanacağı dil değil bu,kıyamet gununde senin eyleminin ta kendisi,kaynar suyu,oyle bir içeceksin ki,o içişinin başka tarifi olamaz,gerçeği yalanlayanlar ile de,ayyy yazıkkk!!!! Ne susamıslar,için için denmez herhalde.bu dünya hayatında insanlara yapılan bir hakaret değil.vaad olunan bir gerçek alemde,cehennemde ki insanlara yapılan bir tanımlamadır.yani bu dünya ile yakından uzaktan ilgisi yoktur.Diğer yazdıklarında bu tanımlamanın içine girer.otur ve biraz düşün.Kuranı butunlemesine anlamaya çalış,kıyamet gunu gerçekleriyle,dunya hayatını çorba yapma.yoksa komik duruma düşüyorsun.değerli ilhan arsel yazının devamında aynen şöyle yazıyor:

basta Charles Darvin olmak üzere, evrenin ve her seyin “Yaratilis” kurami'na göre degil fakat “Evrim” kurami'na göre olustugunu bilimsel yollarla ortaya vuran bilim adamlarini “susamis develer” olarak tanimlamamiz dogru olur mu?

Ee be ilhan arsel,yalan olana doğru diyorsun,doğru olana yalan diyorsun,evrimi bütün bilim adamları kabul etmişte,bilimselliğinden bahsediyor.ne bilimselliği,evrim gibi insanları kandıran zırva bir propaganda urununde,milyar yıl masalına inanıyorsunda,kuranın vaadini hem ispatlayamıyorsun,hemde yalan diyorsun.nasıl bir çelişki bu,evrimi ispatlıycaksan,milyar yıl masalına inanma,cunku bilimde masallar yoktur.Anladın mı bozuk kafalı saygı değer ilhan arsel,iyi düşün ve git biraz mecmua oku gel karsımıza,evrim bilimselmiy miş değilmiy miş anlarsın sonra.işine gelmeyene masal, işine gelene bilim demek senin gibilere hastır.sizin gibi bozuk düşünceli insanlar olduğu sürece bu ülke hiçbir zaman ileri gitmeyecektir.Bunu unutma.

Yazının devamında düşünemediği ayetleri tekrar tekrar yazıyor bu vatandaşımız:

Görüldügü gibi Kur'ân'in bu âyet'lerine göre Tanri, kendi buyruklarina uymayan bir kisi'yi “seytan'in arkasina takilmis” ve “alçakliga saplanmis” olarak tanimliyor, ve ayrica da “dilini sarkitip soluyan bir köpegin” durumunda gösteriyor! Daha baska bir deyimle bu kisi'yi, köpegin en asagilik hali olan ve baska hayvanlarda bulunmayan soluyusuna benzeterek hakir kiliyor3. Hiç “Yüce” oldugu kabul edilen bir Tanri, bu sekilde konusur mu?

Tanrı senin halini soyluyor kardeşim,senin eylemin o durumda da ondan,gerçekleri göremeyenler,ve başkalarına köpek gibi saldıranlar,asla doğru yolu görmeyen ve eğitimsiz köpeklerin hali gibidir.aynen senin gibi bilip bilmeden eğitimsiz bir şekilde kurana saldırmana diyor.ve ne görse dillerini çıkarırlar he he he diyip geçenlere bu tanımlayı vermektedir.biraz otur da düşün.ne bizi yor ne de o beynini boşa harcama.kabul etmeyip etmen bizi hiç ırgalamaz.yeter ki anlamadan dinlemeden saldırma millete.ben inanmıyorum kardeşim de,ama milletin inancına da masal demeye asla hakkın yok.işte senin gibilere sazan deniyor.senin gibilere hedonist deniyor,senin gibilere saygıdan yoksun utanmaz diyorlar.yazıcaksan ölmüş Hz.muhammede dahi,başkalarının saygısı doğrultusunda gitmen gerekiyor.

İlhan arsel yazısının devamında yine saçmalamaya devam etmektedir.

Bir diger örnek, Kâlem sûresi'nde Tanri'nin, Kur'ân'i yalanlayan ve Kur'ân için “masal'dir” diyen bir kisi'yi “alçak zorba” ve “soysuz” olarak su sekilde küfürlere bogmasidir: “Ey Muhammed! Diliyle igneleyen, kovuculuk eden... çok yemin eden alçak zorba'ya, bütün bunlarin disinda bir de soysuzlukla damgalanmis kimseye... aldiris etmeyesin. Ayet'lerimiz ona okundugu zaman: -Öncekilerin masallari!- der. Onun havada olan burnunu yakinda yere sürtecegiz” (K. 68, Kâlem sûresi, âyet: 8-15).

Bakalım ayetlerimiz nasılmış kendimiz görelim bir de

8- O halde, yalanlayıcılara itaat etme.9- Onlar istediler ki yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.10- Şunların hiçbirine boyun eğme: Yemin edip duran aşağılık,11- Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,12- Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,13- Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı,14- Mal ve oğulları var diye (böyle davranır).

15- Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: "Eskilerin masalları" der.

İlhan arselin göremediği düşünemediği şeyi kendi gözlerinizle göründe,aleme ibret olsun bu gibi sahtekarlar.laf götürüp getirene,boyuna yalan yere yemin edene,hayra engel olan,saldırgana,fitneciyi savunuyor bizim karşımızda.yazıklar olsun senin gibi insanlara,bu tür kimseleri yalancıları,fitnecileri,boş yere yalan dan yemin edenlere boyun eğme,bırak onları diyen ayetlere çelişki diyerek,büyük gaf yapmaktadır bu yazar ilhan arsel,kaba,haşin,fitneci,saldırgan insanları koruyan,ama iş başa geldi mi? Kuranda şiddet var diyen çelişki yığını bir insandır bu ilhan arsel.gelip karsımıza kimleri savunuyor ve örnek olarak düşüncesizliğinle alakası bile olmayan ayetleri getirip burada bize karşı yalandan yere koz olarak kullanabiliyor.

İlhan arsel yazısının devamında aynen sunları yumurtluyor:

Yine Kur'ân'da (Imrân sûresi'nde) Tanri'nin, inanmadan “inandik” deyip müslüman imis gibi görünenlere karsi “Kahrolun” (ölün) diye bedduâ'lar ettigi yazili: “... Onlar sizinle karsilastiklarinda: ‘Inandik' derler; kendi baslarina kaldiklarinda da, size olan kinlerinden dolayi parmaklarinin uçlarini isirirlar. (Ey Muhammed!) De ki: -Kininizden (kahrolun) ölün!-. Süphesiz Allah kalblerin içindekini hakkiyle bilmektedir” (K. Imrân sûresi, âyet 119).

Ayet ne diyor bakalım:

İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler, siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık" derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin) özünü bilir. (Ali İmran süresi 119)

Şimdi dünya hayatından bir örnek verelim; sevgili ilhan arsel vatandasımıza,sizinle karşılaştıgı zaman yumusayan ve sizi destekleyen bir adam dusunun ve sizden ayrıldıktan sonra,sizi yalanlayan,ve görse bir kaşık suda boğmaya kalkan ve içi fitneyle dolu bir adam düşünün.siz bu adam karsısında onu sevmeye devam ediyorsun.ancak Allah bu durumu görüyor,ve o adama,yaptıgın sey cok guzel mi diyecek,şirret bir duruma karşı ne denmesi gerektigini sen daha iyi bilirsin,ilhan arsel…o beyinciğini biraz çalıştır da.iki yüzlü insanlara kinci ,namussuz,şirret,haysiyetsiz denmez de ne denir? Gözü iyilikten başka hiçbir şeyi görmeyen insanlara karsı tuzakcı insanlara ne denir? İsterseniz biz soylemeyelim.peki Allah niye boyle diyor…kininizle geberin cumlesi,hiç akıllanmazsınız siz,nasıl gidiyorsanız öyle gidin.lanet olsun size manalarıyla aynı ihtivaya girer ve iki yüzlü müşrik insanlara verilmiş bir tanımlamadır.yoksa ilhan arsel bu tür insanlara, dogrucu Davut mu demektedir.kendisine sormak lazım.

İlhan arsel yazısına şöyle devam ediyor;

Bir örnek daha vermek üzere Kur'ân'in Kâlem sûresi'nde geçen “alçak zorba” ve soysuzlukla damgalanmis” deyimlerinin kiminle ilgili oldugunu, ve bu âyet'lerin ne maksatla kondugunu arastiralim. Biraz önce belirttigimiz gibi âyet'ler söyle: “Ey Muhammed! Diliyle igneleyen, kovuculuk eden... çok yemin eden alçak zorba'ya, bütün bunlarin disinda bir de soysuzlukla damgalanmis kimseye, mal ve ogullari vardir diye aldiris etmeyesin. Ayet'lerimiz ona okundugu zaman: -Öncekilerin masallari!- der. Onun havada olan burnunu yakinda yere sürtecegiz” (K. 68, Kâlem sûresi, âyet: 8-15). Beyzavî ve Celâledin gibi en saglam kaynaklara göre bu âyet'leri Tanri, Muhammed'e düsmanlik besleyen Velîd b. Mugire (Mugiyra oglu Velîd) hakkinda indirmistir Hemen belirtelim ki Velîd b. Mugire, Kureys ileri gelenlerinden olup son derece varlikli ve ogul'lara sahip bir kimseydi Kureys'in en ünlü âilelerinden birinin reisi idi. Kâ'be'nin tamiri isinde rol oynamis olup halka karsi hakkaniyet ve adaletle davranmak nedeniyle ”Adl” diye anilir, sevilir ve sayilirdi. Çok varlikli oldugu için Ka'be örtüsünün her yil degistirilmesi masraflarini tek basina üstlenmisti. Muhammed ile de bir bakima akraba sayilirdi, çünkü kardesi Abû Umayya, Muhammed'in halasi ile evliydi. Fakat daha sonra Muhammed'le bozustu, çünkü onun peygamberligine inanmadi; ona kafa tuttu, ve onu yalanladi. Söylendigine göre, tipki diger Kureys'liler gibi, o da Muhammed'i “deli”, (“mecnûn”), ya da “sihirbaz” olarak tanimladi. Bütün bunlardan gayri bir de güyâ vahy'in kendisine degil fakat Muhammed'e gelmis olmasindan dolayi Muhammed'e karsi kiskançlik besler oldu: “Ben Kureys kabilesinin büyügü ve basi olarak bir kenarda kalayim da vahiy Muhammed'e gelsin?” diyerek kiskançligini belli ederdi. “Kiskanan Velîd mi idi? yoksa Muhammed mi onu kiskanirdi?” seklindeki bir sorunun karsiligini vermek ayrica üzerinde durulabilecek bir husus. Bu hususta karar verebilmek için Velid'in, hem varlikli olmak, hem erkek çocuk sahibi bulunmak ve hem de halk tarafindan “âdil” ve “iyiliksever” bir kisi olarak bilinmek itibariyle o tarihlerde Mekke'liler indinde, Muhammed'ten çok daha fazla üne sahip oldugunu göz önünde tutmak gerekir. Bu yapilacak olursa Velîd'in Muhammed'i kiskandigi kadar Muhammed'in de Velîd'i kendisine tehlikeli bir rakip görmüs olabilecegi anlasilir. Fakat her ne olursa olsun Muhammed, Velîd'in bu tutum ve davranislari nedeniyle Tanri'dan yukardaki âyet'lerin indigini söylemis, böylece onu “...Diliyle igneleyen, kovuculuk eden... çok yemin eden alçak zorba'ya, bütün bunlarin disinda bir de soysuzlukla damgalanmis ....” kimse olarak tanimlamistir.

Tas tamam bir çarpıtma ve tas tamam bir yalancılık,başka hiçbir tarifi yok.velid bin mugire hakkında bilgi edinmemiz için,aşağıda ki yazıyı okuyun ve inen ayetin iki taraflı kıskançlıkla uzaktan yakından alakası olmadığını göreceksiniz.velid bin mugire’nin kabenin örtüsünü yenilemesi ve kabeyi tamir etmesi ile ilgili bilgi,ilhan arselin gereksiz konuşmalarına örnektir.velid bin mugireyi daha farklı yönden yazamıyor yazarda o yüzden mugire ile ilgili farklı noktalara değiniyor.velid bin mugire’nin bir öyle düşünüp,bir böyle konuşup,söz taşıyıcı,iki yüzlü bir insan oluşunu aşağıda ki yazıda göreceksiniz.nedense arsel olayı alakası olmayan iki taraflı kıskançlığa getirmiş.

Velid bin Muğire, Hişam bin Muğire ve Utbe bin Rebia gibi Kureyşin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda bir çocuğun doğduğunu haber veren bir Yahudi ileri geleni, hazır bulunanlara, bu gece bir çocuklarının olup olmadığını sordu. Bilmiyoruz cevabını alınca; "Vallahi sizin bu kabahatinizden iğrendim. Bakın ey Kureyş topluluğu, size söylüyorum. İyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin'in kutsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var!" mealinde izahatta bulundu. O gece Peygamber Efendimizin (asm) doğduğu gece idi. Hazır bulunanlar, hayretler içinde kalıp dağıldıktan sonra, evlerine gidip sordular. O gece Abdullah'ın bir oğlunun olduğunu ve adının da "Muhammed" konduğunu öğrendiler. Kırk yıl önceden Yüce Peygamberin geliş müjdesini öğrenen Velid, buna rağmen iman etmeyecektir.

Velid bin Muğire, insanları İslâma dâvet eden Peygamber Efendimizin karşısında yer aldı. Yüce Peygamberi fikrinden vazgeçirmek için, Ebu Talib'e müracaat eden heyetin içinde bulundu. Diğer taraftan oğlunu, Habeşistan'a hicret eden Müslümanları Necaşi'den istemek için elçi olarak gönderdi. Giriştiği teşebbüslerden netice alamadıkça, tutumu sertleşti. Aynı zamanda müşriklerin akıl hocası durumunda olduğundan, gelip kendisine danışmakta, ne yapacaklarını ve ne söyleyeceklerini kendisine sormakta idiler. Söyleyecek hiçbir şey bulamayınca sihri uydurdu.bu olayı kısaca açmak istiyoruz;olay şöyledir;

"Ey Kureyşliler," dedi, "İşte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed'in meselesini de duymuşlardır. Size bir takım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim."
Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.
"Sen," dediler, "bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim."
Fakat, Velid, önce onların kanâat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşrikleri fikirlerini beyân ettiler.
"Kâhindir deriz."
Velid bu fikirlerine katılmadı.
"Hayır," dedi, "vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed'in hiçbir yalanını görmedik ki!"
Müşrikler,
"O halde "mecnûn (deli)" diyelim" dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti:
"Hayır," dedi. "O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali bir delininkine asla benzemiyor."
Topluluktan üçüncü teklif geldi:
"Öyle ise 'şair'dir deriz."
Velid bu görüşü de doğru bulmadı.
"Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez."
Müşrikler,
"O halde 'sihirbaz (büyücü)' deriz."
Bu fikirler de Velid'ce makbul sayılmadı.
"Hayır, hayır! O sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları," diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid'e havâle ettiler:
"O halde ey Abdüşşems'in babası, ne diyeceğimizi sen söyle" dediler.
Velid'in konuşması şaşırtıcı oldu:
"Vallahi," dedi, "onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz. O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır, o."
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar. Yoksa akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele kendilerini terk edip, evine dönmesi telaş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki,
"Velid, dininden döndü" diye söylenmeye bile başladılar.
Ancak, Velid'in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti. Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
"Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor."

(bkz::// İbni Hişâm, Sîre, 1/288-289; Kâdı İyaz, Şifâ, 1/512-513 )

Peygamber Efendimize çeşitli hakaretlerde bulundu ve büyücülükle itham etti. Bundan sonra, müşrikler Peygamber Efendimize büyücü demeye başladılar. Yüce Resûl bundan çok rahatsız oldu. Bunun üzerine Müddesir Sûresi nazil oldu. Elli altı âyetten müteşekkil sûrenin, 11'den 26. âyete kadar olan kısmın, Velid hakkında nazil olduğu nakledilmektedir:

"Tek başına yarattığım o kimseyi Bana bırak. Ona bol bol servet verdim. Gözü önünde duran oğullar verdim. Daha pek çok nimetleri önüne serdim. Sonra o daha da arttırmamı istiyor. Asla! Çünkü o, âyetlerimize karşı direnip durdu. Ben de onu pek zorlu bir azaba süreceğim. Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. 'Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir' dedi. Ben onu Sakara (Cehennem) sokacağım." (Müddesir; 11-26).

Cenâb-ı Hakk'ın büyük nimetler bahşettiği Velid, kibir ve gururuna yenik düşmekteydi. "Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed'e gelsin? Ebu Mesud Amr bin Umeyr bile nasıl bir kenarda bırakılabilir? Biz ikimiz Taif'in reisleriyiz" diyerek Cenâb-ı Hakk'ın iradesine karşı durmaktaydı. Serveti ve sahip olduğu çocuklarıyla kibirlenmekte, kendisini herkesten üstün görmekteydi. Kendisi iman etmediği gibi, kendi kavminden olanların da iman etmemesi için her türlü yola başvurdu. İslâma ve Peygamberine karşı yaptığı hareketlerinden dolayı, hakkında en çok âyet nazil olan müşrik kişiler arasında yer aldı.

Risâle-i Nur'da ismi geçen Velid'in Peygamber Efendimizi vurmak maksadıyla hareket ettiği aktarılmaktadır; "Velid ibni Muğire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitti, gözü kapandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı Mescid-i Haramda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı." (Mektubat, 1994, s. 160-161).

622 yılında ve Hicret'ten birkaç ay önce, farkında olmadan ve dikkatsizlikle bastığı zehirli bir okla yaralandı. Bu yaranın etkisiyle Mekke'de öldü.

Yani gördüğünüz gibi,velid bin mugire nin tutarsızlıklarla dolu yaşamında,peygamber düşmanlığını,yalanlarıyla,ve koğuculuklarıyla geçen bir hayata sahiptir.bundan sebep velid bin mugireye inen ayetlerin muddesir suresinde 11 ve 26 nolu ayetleri arasındakileri içerdiklerine göz atmak ve,tanımlanan velid bin mugire’yi göz önüne almak gerekirse ; hakikaten,hz.muhammedin ne oldugunu bildigi halde; hatta ve hatta kıssamızda anlattıgımız olay geregince ; yalan oldugu anlasılacagını bile bile ona sihirbaz yaftasını yapıştırmasına rağmen,.sırf hasedinden ve inadından dolayı hz.Muhammed'e kin gütmüştür.

Mü'minler arasında; dargınlığa ve fitneye sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak (nemime) haramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Doğruya da, eğriye de) Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan (insanları hayırdan men eyleyen, aşırı zâlim çok günahkâr, kaba, haşin, bütün bunlardan başka kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi tanıma"hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru bu ayette vasıfları sayılan kimsenin Velid b. Muğire olduğunu beyan etmişlerdir. Rivayete göre Velid b. Muğire bunu işitince; annesinin yanına gitmiş kılıcını çekerek "Ğ Muhammed beni on sıfatla teşhir etti. Bunlardan dokuzunu kendimde buldum. Fakat "zenim" (zina mahsulü) olduğumu ilk defa duyuyorum. Bana doğruyu söylersen ne âlâ?" diye tehdit ederek, gerçeği öğrenmiştir. İbn-i Abbas (ra): "Allahû Teâla (cc) bu adamların ayıplarını teşhir ettiği kadar, hiç kimseyi vasıflandırdığını bilmiyoruz" demiştir. Velid b. Muğıre'nin sıfatlarından birisi de laf getirip götürmedir. İnsanların ayıplarını onun kadar araştıran hiçbir müşrik yoktur. Allahû Teâla (cc) onun ayıplarını meydana çıkarmakla, bütün insanları bunlardan kaçınmaya dâvet etmiştir.

1774 Sahih-i Müslim'de; Hemmam b. Haris'den rivayete göre; "Kattat" cennete giremez. Hadis şudur: "Biz Hz. Huzeyfe (ra) ile birlikte mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek yanımıza oturdu. Hz. Huzeyfe (ra)'ye: "Ğ Bu adam sultana birşeyler götürüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe (ra) ona işittirmek isteyerek: "Ğ Ben Resûl-i Ekrem (sav)'i "Koğucu (kattat) cennete giremez" derken işittim" dedi. Kadı İyaz: "Kattat'la Nemmam'ın mahiyeti birdir" derken, İbn-i Battal; bazı lügat ûlemasının arada ince bir fark olduğuna işâret ettiğini kaydediyor. Şöyle ki: "Nemmam: Konuşan cemaatle beraber olur ve onların konuştuklarını başkalarına götürür. Kattat ise: Cemaatin haberi yokken onların konuştuklarını dinler, sonra başkalarına taşır.

Yani sözü edilen kişi ve ayetlerle doğru orantılı olarak düşünmek gerekirse ,hakikat arsel in anlattığı kıskançlık yönünün zenginlik ve peygamberlikle ilgili iki taraflı olduğu değil,tek taraflı olarak mugire oğlu velidin peygambere olan kıskançlığı ve hasedinden dolayı,yalan yanlış,içinden bildiği halde,lafız yönüyle aksi cevaplar vermesi ve peygambere iftiralar atmasıdır.bunun başka açıklaması yok.dolayısıyla ilhan arsel olayı yanlış boyutta inceleyip,kavramları tahrif etmektedir.

Arsel yazısının devamında şöyle yazmaktadır:

Kur'ân'a koydugu bu âyet'lere göre Tanri, güyâ Velîd'e “bol varlik”, ve “ogul'lar” verdigini hatirlatmakta ve bu verdigi nîmetlere ragmen onun Muhammed'e karsi geldigini söyliyerek azarlamaktadir. Azarlarken de Muhammed'in “deli” olmayip aksine“en büyük bir ahlâk'a” sahip bulundugunu ve ona “kesintisiz ecir” verecegini bildirmekte, ve yeminler ederek söyle demektedir: “...Kalem ve onunla yazilanlara and olsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nîmetine ugramis bir kimsesin, deli degilsin. Dogrusu sana kesintisiz bir ecir vardir. Süphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir. Hanginizin aklindan zoru oldugunu yakinda sen de göreceksin, onlar da görecekler....” (K. 68 Kalem sûresi, âyet 1-6). Fakat yine Muhammed'in söylemesine göre anlasilan o ki Tanri, bunlari yeterli bulmadigi ve öfkesini yenemedigi içindir ki Velîd hakkinda “alçak zorba” ve “soysuzlukla damgalanmis kisi” seklinde konusmustur.

Arsel yine burada da olayı eksik inceleyerek,parçalayarak koparmaktadır.Allahın velidi azarlamasının sebebini yukarıda ki yazımızda net olarak anlattık.azarlamasının sebebi belli; peygambere yalan yanlış yere iftiralar atması,öldürmek istemesi,kıskanması,hasedi ve inadıdır.onu iyi bildiği halde,ona karşı düşmanca tavır sergilemesidir.arsel hiç bunları yazmıyor yazısında ve kurandan bir parca ayet alarak bu böyledir diye ,kendi kafasınca yorumlar yapmaktadır.ve olayı değiştirerek,peygamberi öven ayetlere cevirmektedir konuyu.tamamen yalan yanlıs bir yorumlamanın ürünleri bunlar.ilhan arsel,dusmanlıgını böyle bodozlama kullanarak,yazısında içinden çıkılamaz gaflar yapmaktadır.yani velid bin mugire nin yaptıklarını yazmadan,velid bin mugire ye avukat rolü üstlenmiştir bu yazar.ve bundan sebep; ilhan arsel bu yazısında,çelişkiler yumağına kendisi kapılmıştır.